Necip Cengil

Biz Kimiz

Necip Cengil

Gençliğimizde, dokunduğumuzda cennete dönüştüreceğimiz bir şehir düşümüz vardı. Hayata taşınmamış ve hayatımızda henüz denemediğimiz bilgilerin dönüşüm gücünü hayal ediyorduk. “Biz” gelince her şey değişecekti. Haksızlıklar olmayacaktı. Adaletsizlikler son bulacaktı. İslâm etkisi hayata, insana, çevreye bitmeyen baharlar yaşatacaktı. Kenarı Dicle’de kurt kapsa koyunu Adli İlahi Ömer’den soracaktı onu ve her birimiz Ömer oluyorduk okuduklarımızım etkisinde…

Evet, yokluk ve varlık ile imtihan edilecektik ama “biz” imtihanı başaranlardan, yokluk ve varlıkta çözülmeyenlerden olacak insanlık “insan olmak” nedir sorusunun cevabını bizim “Müslümanlık etkimizde” bulacaktı. Ne yapmalı, nasıl yapmalı sorularının cevabı bizdeydi. Din birilerinin sandığı gibi “afyon” değil uyaran, güzele, iyiye dönüştüren, değiştiren olarak kendisini “bizim” hayatımızda gösterecekti. Biraz iddialı olacaktı ama din bize “varlığınız beni insanlığa armağan etti” diyecekti. Diri diri toprağa gömülen kız çocukları, hayattan koparılmış çocuklar sorunu olmayacaktı. Varlık, sermaye kanayan bir yaraya dönüşmeyecek, bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul devirleri yaşanmayacaktı. 

Yorulduktan sonra tekrar yorulacak, tembelliğin, kayıtsızlığın, boş vermişliğin, aman sendeciliğin esamesi okunmayacaktı bizim hayatımızda; sabırla ve kararlılıkla hayata diriltici bir etki bırakacaktık. Bizi “biz” olmaktan çıkaracak dönüşümlere kapımızı, penceremizi kapatacak, onlar “bize” yanaşamayacaktı.

İnsanlara “sorgu meleği” misali sorular sormak yerine, aç mısın, evin ailenle ilgili çözemediğin bir sorun var mı, sana ne gibi katkımız olabilir, hayatın seni çıkmaza sürükleyen zorlukları neler diye sorular soracak ve yük olmayacak, yük taşıyacaktık. Sorun olmayacak, sorun çözecektik.

İddialıydık ve “insan iddia ettikleriyle vurulur” diye hatırlatanlara da bıyık altından gülüyorduk; “siz adam görmemişsiniz” havalarındaydık. 

Yalan haberi araştırın veya doğrulanmamış haberlerle kimse hakkında hüküm vermeyin, yorum yapmayın diye öğreten Hucurat suresindeki “Bir fasık size bir haber getirdiğinde araştırın ki bilmeden bir topluluğa kötülük yapmış olmayasınız” ayeti ilk ezberlediğimiz, tefsirinin üzerinde durduğumuz ayetlerdendi. Geçmişte “müftü keçi çaldı” tarzı haberlerle bir kesimin nasıl hırpalandığını vesaire konuşur ve “biz asla bu yola tevessül edemeyiz” diyorduk.

Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu diyen ayeti öğrendiğimizde, bilmenin, öğrenmenin, eğitimle kendini onarmanın önemine vurgu yapıyor ve iki günü müsavi/eşit/benzer olan zarardadır hadisini de tamamlayıcı delil olarak işliyorduk. Kesinlikle kendimizi tekrarlayıp durmayacak, ezberlediğimiz iki cümleyle bina kurmaya çalışanlardan olmayacaktık.

Emaneti her zaman ehline tevdi edecektik. Liyakat bizim vazgeçilmezimiz olacaktı. En yakınlarımız bile söz konusu olsa adaleti tesis etmekte zayıflık göstermeyecektik. Kul hakkı bizim için önemliydi, çiğnemeyecek ve çiğnetmeyecektik. Yetim malı ihlal götürmez bir emanetti, yönetici olarak o malı sahibine zaaf göstermeden teslim edecektik. Hırsızlık, kamu malına konma bizi bozardı ve bozulanlardan olmayacaktık.

O bahsettiğiniz “bizi” gerçekleştirebildiniz mi diye sorulacaktır.

Tam gerçekleştireceğimize inanmaya başlamıştık ki, güç elde etmek için mubah yolları çoğaltanların ablukasına alındık. “Kuvvetli mü’min, (Allah katında) zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sen, sana yararlı olan şeyi elde etmeye çalış.” Rivayetini bir çıkar baltası gibi kullanmaya başlayanlar ile karşılaştık. Kuvvet neydi, zayıflık neydi veya hadiste bu ifadeler neye tekabül ediyordu önemli değildi, kuvvetli olmalıydık ve bunun için de kendimize sınır koymamayı tercih etmeye başladık. “Allah’ın ipine sarılın ve zayıflık haliyle tefrikaya düşmeyin” eğitimini veren ayetin gölgesi üzerimizden kalkmaya başlamıştı ancak tuttuğumuz ipin Allah’ın ipi olduğuna kendimizi inandırdığımız için sorun görmüyorduk. Hakikat, hakkaniyet ve adalet mi yoksa güç mü seçeneklerinden güç seçeneğini işaretleyenler oluşmaya başlamıştı. 

Şimdi rüyadan aniden uyanmış ve sonunu hatırlamayan biri misali ben sorsam okuyanlara: “Sahi biz bizi gerçekleştirebildik mi?” İşler ilahi hoşnutluğun seyrinde mi yürüyor? Emaneti teslim almaları için destek verdiklerimiz ne durumda? En ağırı “Allah’tan başka ilah edinenler” ifadesi bize ne anlatıyor ve mesela “rant ilahı” diye bir tanımlamada nerede duruyoruz? Kitabın gösterdiği “biz” ile realitedeki görüntümüz uyumlu mu? Tarihteki güzellikleri günümüzde daha güzeliyle taçlandırmak yerine o güzelliklerle övünüp, onların asabiyetiyle yol almayı mı tercih edeceğiz?

Mesela Hz. Ömer’den gelen rivayetteki şu hadis ile emaneti teslim ettiklerimiz kendilerini tartsalar nasıl bir “biz” ile karşılaşırlar?

“Hayber savaşının vukû bulduğu gün Resulullah (asm)'in ashâbından birkaç kişi gelerek ‘Filân şehit, filân şehittir!..’ dediler. Nihayet bir kişinin yanına vararak ‘Bu da şehittir!’ dediler.

Bunun üzerine Resulullah (asm):

“Hayır! Ben onu aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm.” buyurdu. (Müslim, Îmân 182. Ayrıca bk. Dârimî, Siyer 48.)

Ve “siz kimsiniz” diye sorsalar ne diyeceğiz?

Yazarın Diğer Yazıları