Altan Murat Ünal

İslam hayatın kuralıdır, istisnası değil

Altan Murat Ünal

İslam dünyasında Müslüman kesimden liberalizm hayranı bazı çatlak seslerin çıktığına tanık olunmaktadır.  Bunlar faydacı devlet anlayışına, sözde katılımcı politik kültüre evrilmeyi tam olarak başaramadıklarını, liberal Avrupa paradigmasına geçemediklerini dillendirerek bunların tam olarak gerçekleşmesi halinde herkes kadar İslami kesimin de özgürlüklerden en geniş şekilde yararlanacağını ileri sürerler. Oysa liberal kesimin kabul ettiği özgürlüklerin birçoğu Müslümanların manevra alanını daraltmaktadır. Özgürlük alanı kavramsal olarak genişlemekte, bu doğru, ancak kamusal alana karşı Müslümanların özgürlük alanı hayli sınırlanmaktadır. Bunun nedenini anlamak zor değil. Her sistem gibi liberalizm de kendini koruyacak önlemleri kendi içinde barındırmaktadır. Örneğin, liberal bir toplumda eşcinseller de herkes kadar özgürlüklerden yararlanacaktır. Bu, yalnızca bir örnektir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Herkes dilediği gibi yaşayacak. Liberal demokrasinin özgürlük anlayışı budur. 

Başkalarının normal gördüğü davranışlar İslam açısından anormal, ahlaksızlık, haram olarak görülüyorsa böyle bir toplumda yaşamak zorunda bırakılacak Müslümanlar ne kadar özgür olabilir? Müslümanlar gayri ahlaki davranışların seyircisi olup tüm bu olup bitenlere bir tercih ve özgürlük meselesi olarak bakabilir mi? Özgürlükler herkes kadar İslami kesim için de önemlidir elbet. Ancak buradaki temel sorun ahlaki ve metafizik değerlerin göreceli ve işlevsiz hale getirilmesidir. Çağdaşlık, ilerleme, kalkınma, küreselleşme adına yeterince ödünler verildi, bedeller ödendi. Bu ödünlere ve bedellere yenilerinin eklenmesi halinde İslam toplumlarında gerilim azalmaz, aksine, yeni gerilim ve çatışma alanlarının doğmasının yolu açılmış olur. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şeklindeki liberal çoğulculuk anlayışı ahlaki ve toplumsal değerleri aşındırmanın, cihad bilincini ortadan kaldırmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. 

Neo liberal söylemlerin, çıkışların altında yatan gerçek onlarla uzlaşmak ise bir tuhaflık var bu işte. Bir özgüvensizlik de olabilir; kendi geleceğine, tarihine, kültürüne yabancı olmak da. Ya da bir tıkanmışlığın, tükenmişliğin ayak sesleridir bu. Tükenen, tıkanan, çözüm üretemeyen din değil elbette. Tükenen, tıkanan, çözüm üretemeyen etrafında üç beş dinleyicisinin, okuyucusunun bulunmasıyla şımaran bazı sözde aydın, yazar, akademisyen ve politikacıdır. Liberalizmle, sosyalizmle, demokrasiyle sentez oluşturma… Ortak paydalar bulma… Ahlaki değerlerle ilgili yeni kodlar belirleme… İslam’ı bireysel ibadetlere indirgeyip hayatın diğer alanları için başka model ve ideolojilerle İslam’ı uzlaştırıp orta ve ortak bir yol bulma… İyi de o takdirde ortaya yeni bir din çıkmaz mı? İslam’ın eksik yanları mı var? Oysa din tamamlanmıştır. (Maide, 3) Ne yeni bir peygamber gelecek ne de yeni bir kitap. 

İslam’la şu ya da bu ideoloji arasında sentez yapılması,  İslam’ın o ideolojilerle birlikte anılması İslam’a yapılacak en büyük kötülük olacaktır. Çünkü İslam sağcılığa da solculuğa da liberalizme de sosyalizme de eşit mesafede uzaktır. Modernite-din ilişkilerinin sosyal bilim araştırmalarında başlıca çerçeve olarak görülen sekülarizasyon paradigmasının dini farklılaşmayı ve hareketliliği açıklayacağını savunarak bunun yeniden tanımlanması ve kamusal alanda din özgürlüğüne zemin oluşturması gibi sapkın görüşlerle Müslüman halkların özgürlük alanının artacağını, böyle bir ortamın sorunların çözümü için fırsat olacağını düşünenlerin İslam tarihini, kültürünü, Müslümanların birikimlerini, deneyimlerini hesaba katmadıkları anlaşılmaktadır. Hele de modernleşmek için normatif yönde ısrarlı gayretler gösterilmesini, yeni duruma göre yeni ahlaki kodlar üretilmesini, liberal demokrat değerlerin herkesin kabul edebileceği ortak değerler olarak görülmesini isteyenlerin vahiy iklimine ne kadar uzak oldukları ortadadır. Çünkü böyle bir durumda İslam belirleyen değil, belirlenen konumuna indirgenmektedir. Bu tür bir yolla zaten zayıflamış olan tevhidi kimlik daha da aşındırılmaya, din küresel kapitalist sisteme entegre edilmeye çalışılmaktadır. Küresel barışı sağlamanın başka yolu kalmadı mı? Zoraki barışların hiç bir yan için geçerliliğinin, devamlılığının olamayacağını anlamak çok mu zor?

İman etmiş kişi için hayatın anlamı bellidir: Hayatın tamamını İslamlaştırmak. Zira İslam inanç, kimlik ve yaşama biçimidir. “İslam’ı hayatın neresine koymalıyız?” şeklindeki sapkın anlayış yerine “Hayatı İslam’a göre nasıl şekillendirmeliyiz?” doğru düşüncesi etrafında yoğunlaşmak gerekecek. O zaman ancak inanılan ideal değerlerle içinde bulunulan sosyal koşullar arasındaki farklar ümitsizliğe, yenilmişlik psikolojisine düşmenin bir nedeni olmaktan çıkar, yaşanılan zaman ve ortam cihad, yenilenme, terbiye zamanı ve ortamı haline gelir. Bu da ancak şu ya da bu ideolojilere eklemlenmekle, ortak paydalar saptayıp onlarla el ele tutuşmakla değil onlara meydan okumakla, ideallerle gerçekler arasındaki mesafeyi idealler lehine azaltmak için çaba sarf etmekle, bilinçli bir tavır ve duruş sergileyip savrulmaktan kurtulmakla mümkündür. Dışarıdan dayatılan her şeyi birer norm kabul edip silikleşmek yerine içinde bulunulan dönemin sıkıntılarını aşmak için çare üretmek daha doğru olmaz mı? Zira Kur’an’da her zaman ve her coğrafya için kurtuluş reçetesi vardır. Yeter ki Kur’an’la bağlar güçlendirilsin, ondan bir şeyler öğrenilsin ve uyarılara, nasihatlere kulak verilsin.

Yazarın Diğer Yazıları