Modern rasyonalizm ve pozitifizm, dini tanımlarken onu “duygular âleminin bir parçası” olarak görür. Bunu da akıl ve bilim yoluyla dinin temel ilkelerinin ispat edilemeyeceği varsayımıyla bir takım sosyolojik, psikolojik açıklamalara sığınarak ileri sürer. Böylece de dini doğa korkusu, geri kalmışlık, hurafe gibi nedenlerle insandaki yokluk duygusunu tatmin etme aracı olarak tanımlar.
Kimi sosyal bilimcilere göre dinin özü insanüstü bir gerçeğe değil, insanın içindeki derin duygulara dayanır. Bilimin, aklın, mantığın din düşüncesinden ayrıştırılması gerekir bunlara göre. Bu tür anlayışa hemen her yerde rastlamak mümkündür. Filmlerde, sosyoloji ve dinler tarihi araştırmalarında, gazetelerin köşe yazılarında bu anlayışın izlerini görebilmek için çok da çaba sarf etmek gerekmez. Dinin gerçeklerine hiç değinilmeden yalnızca duygusal boyutu işlenir. Sözde iyi niyetli olan bazılarına göre bu tür yöntemler sonucunda insanlar rehabilite edilmekte, rahatlatmakta, mutlu olmaktadırlar.
Böyle bir din tasavvuru ile din, metafizik ve ilahi köklerinden uzaklaştırılarak kaynağını insanın oluşturduğu bir kurgu haline getirilmektedir. Dinin zamana göre, modaya uygun olarak biçimlenmesi ve insanın duyguları gibi dinin de değişken olması arzu edilmektedir. Değişmeyen din çağ dışıdır onlara göre. Onun için olsa gerek, bugünkü tahrif edilmiş Hıristiyanlık kimileri tarafından daha insancıl ve çağdaş din olarak kabul edilmektedir.
Böyle bir din tasavvuru kendiliğinden ortaya çıkmadı elbette. Hıristiyanlığın yaşadığı acı deneyimi hatırlamak gerek. Hıristiyanlık Ortaçağ’ın sonlarına doğru dini hakikat iddiasından vazgeçerek kiliseye çekilmeyi tercih etti. Bilimin, kozmolojinin, felsefenin ve hayatın dışına itilen Hıristiyanlık akılcılık akımının da etkisiyle geleneklerin, kişisel duyguların dini haline gelmiş, akıl dışı alanlarda faaliyette bulunmayı tek çıkar yol olarak görmüştür.
Hıristiyanlığın içine düşmüş olduğu bu durum genelleştirilerek İslam’ın da temel ilkelerinden vazgeçmesi, hayata müdahale etmemesi istenmektedir. İslam, Hıristiyanlığın yaşadığı acı deneyimi yaşamamış, ama olup bitenlerin İslam toplumları üzerinde etkisinin olmadığını söylemek de zor. Özellikle İslam’ın duygusal alana hapsedilme çabaları…
İslam’ı duygusal boşalım yöntemiyle sunmaya çalışan eğilimlerin varlığı inkâr edilemez. Birçok yayında, radyo ve televizyon programlarında, dizilerde, tiyatrolarda duygusallığa öncelik verildiğini herkes görmektedir. Dram, Müslüman olmanın bir gereği ya da sonucu olarak yansıtılmakta adeta. İslam’ın önemle üstünde durduğu güçlü konular ekranlarda, sahnelerde sıradan birer oyun gibi gösterilmektedir. Düzeysiz gösterimler, nefret ettiren anlatımlar, sevimsiz karakterler, korku uyandıran mekânlar… Yalnızca duygu yoğunluğuna akortlanmış, aklı devre dışı bırakan öyküler…
Hangisi doğru? Duygusallık mı, akılcılık mı?
Duygusallıkla (romantizm) akılcılık (rasyonalizm) iki ayrı aşırı ucu temsil ederler. Kur’an insanları İslam’a davet ederken akıllarıyla ve duygularıyla birlikte davet etmektedir. Akıl ve iman boyutundan soyutlanmış, yalnızca duygulara indirgenmiş bir din anlayışını Kur’an kabul etmemektedir. Kur’an insanı, Descartes’in aksine, ne yalnızca düşünen bir araç ne de akıldan ve inançtan yoksun bir duygu deposu olarak görür. Tek başına akıl ve ilimden yoksun duygu mutsuzluktan, felaketten başka bir şey getirmez. Akıl, duygu ve iman arasında bir dengenin kurulması ve duyguların iman, akıl ve bilgi ile kontrol edilmesi gerek. Duygular yok edilemez, buna gerek de yok; ama insanın kendisini duyguları bağlamında eğitmesi gerek. Duygular doğru kullanılmadığı takdirde insan duygularının tutsağı haline gelir. Zaten sıkıntıların çoğu duyguların başıboşluğundan kaynaklanmıyor mu?
Duygusallığın içinde bocalayan insan objektif davranamaz, duygusal kararlar verir. İnsanın bir akıl, bir de duygu yönü olduğu için karşılaştığı olaylar karşısında insan bazen ağlar, üzülür, öfkelenir, kıskanır; bazen de sevinç, huzur duyar. Önemli olan tüm bu duyguları aklın ve vahyin kontrolüne alabilmektir. O zaman insan uyurgezer olmaktan uyanıklığa, farkındalığa yükselir. Böylece bilinç düzeyi yüksek; baskıların titreşimine, etkisine dayanıklı bir insan ortaya çıkar.
Modern akıl hakikatin tek kaynağı ve mercii olarak görür kendini. Her şey aklın hükümlerine, tercihlerine göre tanımlanır: İnsan, dünya, tarih… İnsan merkezli bu akıl kendini ilah yerinde görür. Bu akıldan kurtulmanın yolu duygular âlemine sığınmak değildir. “Aklım bunu gösteriyor, ama duygularım şunu tercih etmemi istiyor” şeklindeki bir yaklaşım bir ikilemin, çelişkinin yaşandığını gösterir. Akıl ile duygu, iman ile akletme arasındaki dengenin korunması gerekir. İslam, orta yolu tercih etmektedir. Ne duygudan yoksun akılcılığı ne de ilimden yoksun duygusallığı kabul etmektedir İslam. Zira insani değerlerden yoksun bir akılcılık insanı bir alet haline getirir, bilgiden yoksun bir duygusallık ise boşluğa sürükler. Yalnızca duygusallığı önceleyen bir din anlayışını kabul etmek hakikat iddiasından vazgeçmek demektir. Duygu yoğunluğu yüksek olup ilmi temelden yoksun din tasavvuru modern dünyanın salvolarına karşı insanları koruyabilir mi?