“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn”
Aslında bu satırlara yazılacak o kadar çok anım var ki… Ama bir türlü nereden başlayacağımı kestiremiyorum. Daha doğrusu tam anılarımı zihnimde canlandıracakken, o seslenişini hatırlıyorum dedemin: “Yasir Bey…” Elim gitmiyor yazmaya. Bir süre bekleyip yine yazmak istiyorum. Bu yazıyı yazmak için biraz daha sakin bir kafaya ihtiyacım olduğunu düşünsem de bir an önce yazımı tamamlamak, siz değerli okurlara takdim etmek istiyorum. Aslında bakarsanız, henüz dedem hayattayken böyle bir yazı yazmayı düşünmüştüm. Çünkü ondan sonra bir yazı kaleme alıp alamayacağımı kestiremiyordum. Hala da bu satırları yazarken, yazıyı nasıl tamamlayabileceğimi bilmiyorum. Fakat dedeme karşı bir borç bildiğim bu yazıyı, acilen kaleme almalıyım diye düşündüm.
Öncelikle; torunları arasında dedemle en çok vakit geçiren torunu olarak, Allah’a hamd ediyorum. Onun yanında çokça vakit geçirmem, bana çokça değer kattı diye düşünüyorum. Onun kurallarıyla, onun disipliniyle ve kendi değimiyle; “askeri sistemiyle” yetişmek, hayatımın şekillenmesinde çok büyük bir pay sahibi oldu/oluyor/olacak inşallah.
Merhum dedem, bulunduğumuz ortamlarda beni tanıtmak adına çokça zikrettiği şu ifadeyi sizlerle paylaşmak istiyorum: “Bizim torun Yasir. 28 Şubat sürecinde babası idamla yargılandı, yıllarca cezaevinde kaldı. Bizde çıktıktan sonra onu mükafatlandırarak, evlendirdik. Elhamdulillah, Allah’ta bizlere Yasir Bey’i nasip etti.” derdi. İşte dedemin değerlilerinden bir tanesi olmamdaki bir diğer sebepte bu idi. Belki de doğumumla birlikte, ailemiz o karanlık günlerinin ardından bir nebze dahi olsa mutlu olmuşlardı. Evvela dedem, yeni doğan çocuklar karşısında bir hayli sevinçli olurdu. Gözlerindeki sevinç ışıklarını, yüzüne bakan herkes kolaylıkla görebilirdi.
Dedem, dünya malına tamah etmeyen nadir insanlardan bir tanesiydi. Elinde, avucunda ne var yok ise dağıtırdı. Buna çokça şahit olanlardan birisiyim. Bir keresinde, Akpınar Esnaf İş Hanında bulunan bürosuna gelen ihtiyaç sahiplerine, cebinden çıkardığı 100’er TL’yi verdiğine şahitlik etmiştim. Çok şaşırmıştım, yani halk dilinde dilenci diye tabir edilen bu insanlara, normal vatandaşlar en fazla ceplerinde bulunan bozuk paraları verilirdi. Fakat dedem her birine 100’er TL vermişti. Bir keresinde ise ortağı olduğu lokantadan, bayram öncesi gelen cüzi miktarda bir parayı son kuruşuna kadar dağıtmıştı. Bunun üzerine, arabasına benzin koymaya dahi parası kalmamış ve çocuklarından yakıt için para talebinde bulunmuştu. Evdeki herkes onun bu davranışlarına alışkındı. Bu olay üzerine en küçük amcam Süleyman, o dönem CHP’nin başlatmış olduğu; “128 Milyar dolar nerede?” sloganını dedeme uyarlayarak, “8 Bin TL nerede?” diye bir pankart yaptırıp binaya asacağım demişti. Bu söz karşısında dedem, yüzünden tebessümü eksik edemedi. Tebessüm demişken… Aslında bakarsanız, o sert mizacının altında gayet esprili bir o kadar da nazik bir adam yatıyordu. Dedem, yapmış olduğu yerinde espriler/sözlerle bir anda sizi kahkahaya boğabiliyordu. Çok okumasının ve tiyatrocu olmasının vermiş olduğu bilgiyle birlikte, bir Stand-Up sanatçısına taş çıkartırdı. Yani anlayacağınız; zalimin karşısında Hz. Hamza kadar sert olan bu adam, mazlumun yanında ise Mus-ab bin Umeyr kadar nazikti.
Sert mizacı, karşısında duran zalimleri tir tir titreten bir insandı dedem. Nazik tavrıyla ise arkadaşlarının, akrabalarının ve mazlumların kalbinde taht kurmuştu. Onun evine misafir olup da sofrasından aç kalkan hiçbir kimse olmamıştır. Onunla birlikte gezip, onunla birlikte çalışan hiçbir kimseyi aç, susuz bırakmamıştır. En çokta bu dillere destan olmuştur. Gece yarılarında dahi ev ahalisine misafirlerin karınlarını doyurmak üzere hazırlatılan yemekler, çaylar, kahveler… Misafirlerini çok önemserdi. Bu nedenledir ki evde misafir eksik olmazdı. Her akşam farklı bir grup, her akşam farklı yüzler. Çarşıya çıktığında kimi bulursa bulsun alıp eve getirir, insanları misafir ettikçe mutlu olurdu. Hamdolsun, o misafirleri kendisine son görevlerini yapmak üzere yine evine teşrif edip, onu ve bizleri ziyadesiyle onurlandırmışlardır.
Bugün; bir ortamda kendi fikir ve düşüncelerimi çekinmeden paylaşabiliyorsam, hatta bu yazıları kaleme alabiliyorsam bunun en büyük nedeni yine dedemdir. Kendisi, oturmuş olduğu her mecliste yaş farkı gözetmeksizin benim ve bizlerin fikirlerini sormuş ve dinlemiştir. Her ortamda konuşabilmenin, fikirlerini beyan edebilmenin sonucunda; özgüvenli birer birey olarak yetiştirildik. Dedem, fikirlerimiz her ne olursa olsun dinler ve daha sonra kendince bir cevap verirdi. Bu bakımdan istişare konusunda yine gördüğüm nadir insanlardan biriydi. Hatta birçok kişiye örnek olan, her pazar aile üyelerinin katılımlarıyla düzenlediği istişare toplantıları da istişareye vermiş olduğu önemi gözler önüne seriyordu.
Bugün dönüp baktığımızda, dedemden maddi olarak geriye kalan pek bir şey yok. Fakat bizlere, maldan ve mülkten daha kıymetli olan onca şey bıraktı giderken. Onur, şeref, izzet, gurur, saygınlık, sevgi ve muhabbet. İnsanların ona olan sevgilerini gerek cenazeye katılan gerekse taziyelerini vermek üzere evimize gelen misafirlerin çokluğundan görmüş olduk. Bugün baktığımız zaman, Malatya genelinde Ramazan Keskin Hoca’yı tanımayan insanların sayısı çok azdır. Dedem, Malatya ile sınırlandırılabilecek birisi de değildir açıkçası. Türkiye genelinde, birçok insan kendisine sevgi ve muhabbet beslemiştir. Hatta ve hatta Dünya’da birçok insan, yine kendisine sevgi beslemiştir. Ne mutlu ona ve bizlere ki bu sevgi ve muhabbete nail olabildik.
Hocamız, yaklaşık 10 aylık bir hastalık serüveni yaşayarak aramızdan ayrıldı. Hastalık sürecinde bir hayli yorgun ve bitkin düştü hocamız. Çokça uykusuz geçen sancılı geceleri dahi onun ibadetlerini yapmasına mâni olamadı. Hastalığı boyunca namazlarını büyük bir hassasiyetle kılmaya özen gösterdi. En ufak bir rahatsızlıkta oturarak namaz kılanlara nazaran, namazlarının büyük bir bölümünü ayakta kıldı. Rahatsızlığı her ne olursa olsun bir an bile imanından taviz vermedi. Amcam kendisine; “Hocam bir an olsun of demediniz” dediğinde, “Of denmez, af denir dedi.” İşte böyle bir adamdı Ramazan Keskin Hoca. Şartlar ne olursa olsun; ucunda cezaevleri de olsa, ucunda parasız pulsuz kalmakta olsa, ucunda çok büyük sıkıntılar da olsa ve ucunda ölüm dahi olsa asla imanından taviz vermeyen biriydi. Rabbim kabul etsin. Bizler ona şahidiz.
Teknolojinin yaygınlaşmasıyla birlikte, çağın gerekliliği olarak akıllı telefon ve sosyal medya ile hemhal olmaya çalışıyordu dedem. Yıllar önce kendisinin; “Bu akıllı telefonlar nasıl bir şey, bende kullanabilir miyim?” diye sorması üzerine gülerek; “Dede sizin kullanabileceğinizi pek sanmıyorum” diye yanıtlamıştım. Ertesi gün gidip bir akıllı telefon almıştı. Bakmayın öyle akıllı telefon deyip geçtiğime. İphone 4 almıştı. Zamanının en iyi telefonlarından bir tanesini. Çoğu genç eline aldığında nasıl kullanıldığını dahi bilemiyorken. Dedem sırf ben kullanamazsınız dedim diye en zorunu öğrenmeye karar kılmış ve kullanmaya başlamıştı. Gün geçtikçe sora sora, karıştıra karıştıra öğreniyordu da. İlk zamanlar sosyal medya (Facebook) kullanımı için yardımlar alsada, bir zaman sonra belki bizim dahi bilmediğimiz özelliklere vakıf olabilmişti. Günlük paylaşımlar yapmaya, fikir ve düşüncelerini sosyal medya aracılığıyla insanlara aktarmaya çalışıyordu. Sosyal medyada birçok yazı yayınladı. Bunların bir kısmını kendisiyle birlikte yazdık. Cümleleri yazdırıyor, yazdırdıktan sonra okutuyordu. Varsa değiştirmek istediğin, şöyle yapsak daha iyi olur dediğin bir yer söyle diyor, bir nevi kontrol ettiriyordu. Bende kendisinin vermiş olduğu özgüvenle, bazen burada hata var şöyle yazsak daha iyi olur diye karşılığı olan yorumlarda bulunuyordum. Eleştiri mahiyetindeki bu fikirlerimi dikkate alıp, yazı üzerinde düzenlemenler yapardı. Son olarak; noktaya, virgüle bir bak derdi. Kendisine sosyal medya dilinde bunların pek bir öneminin olmadığını söylerdim. Fakat; “Olmaz öyle şey, biz sıradan paylaşımlar yapmıyoruz. Biz kurallara uyalım” derdi. Son yıllarda artık yazılarını kendisi kaleme almayı tercih ediyordu. O denli geliştirmişti kendisini. Hatta yazmak istediğinde artık bir bilgisayar aramıyor, direk elinin altında bulunan telefonundan yazmaya koyuluyordu.
Son zamanlarda hastanede yanında kaldığım günlerde, malumunuz rahatsızlığından ötürü birçok geceyi uykusuz geçirdik. Bana çok fazla telefonla uğraşıyorsun diye sitem ediyordu. Bende kendisine uyumamak için oyalandığımı söylüyordum. Yeğeni Ebubekir Ağabey’e bir gün; “Bu Yasir gece telefona çok bakıyor, o saatte yatılır telefona bakılmaz. Acaba ne yapıyor bu çocuk?” diyerekten serzenişte bulunmuş. Ebubekir Ağabey’de uyumamak için baktığımı beyan ederek, belki de sizin gibi Facebook’a bakıyordur demiş. Dedem bunun üzerine; “Ben o kadar çok bakıyor muyum Ebubekir, bu çocuğun elinden telefonu alsak daha da uğramaz buralara” demiş gülümseyerek.
Gerçekten, hastane zamanlarında özellikle geceleri uyanık kalmak açısından bir uğraş bulmak durumunda kalıyorduk. Kitap okumanın da uykumu daha fazla getirmesinden ötürü ben bu süre zarfında daha çok telefonla alakadar oluyordum. Çünkü öyle geceler geçirmiştik ki… “Acaba dedem birazdan vefat ederse ilk kimi arayayım? Nasıl bir giriş yapayım? Ne diyeyim?” diye düşündüğüm onlarca gece oldu. Çok fazla acı çekiyor olması, beni uykusuzluğa sevk ediyordu. Hatta bir gece, tabiri caizse o gün bugün dediğim bir gece. Dedemin aniden aşırı derecede rahatsızlanması üzere, ben birilerini arayıp da dedemi kaybettik diyemem diye aklımdan geçirdim. Alelacele amcam Mustafa Keskin’i aradım. Gece saat 2:30 sıralarında Süleyman Amcamla birlikte gelmiş bulundular. Sonrasında yapılan müdahalelerle birlikte kendisini geçici bir süreliğine de olsa rahatlamış hissetti. Fakat bu sıkıntılarının ardı arkası kesilmedi. Hocamız, aylarca hastanelerde kalmak zorunda kaldı.
O her zaman yaptığınız işi severek, isteyerek yapın derdi. Bizlerde onun yanında bulunduğumuz süre zarfı içerisinde, severek ve isteyerek kendisine hizmet etmeye çalıştık. Yeri geldi ödemden dolayı şişen ayaklarına ve bacaklarına masajlar yaptık. Yeri geldi aylarca yatakta olmasından dolayı ağrıyan beline masajlar yaptık. Yemeğini hazırladık, yürüyüşünü aksattırmamaya çalıştık. Hasılı, inanıyoruz ki ona olan görevimizi en iyi şekilde yerine getirdik. Bunu kendisi de vefatından önce beyan etmiş ve razı olduğunu dile getirmişti.
Peki dedemize, babamıza ve hocamıza karşı görevlerimiz bitti mi? Hayır, bitmedi. Kendisinin büyük bir özveri ve heyecanla inşa ettirmiş olduğu; Ebuzerler Mescidi’nin faaliyetlerini devam ettirerek, ona karşı olan sorumluluklarımızı yerine getirmeye gayret edeceğiz inşallah. Onun izinden giderek; onun ideallerini, onun fikirlerini anlatmaya devam edeceğiz inşallah. Ondan geriye ne kaldıysa, muhafaza edecek, canımızdan bir parça misali koruyacağız inşallah. Rabbim ona rahmet eylesin inşallah.
Not: Taziyelerini vermek üzere; gelen ve arayan tüm dostlardan Allah razı olsun. Ayrıca Hocamız için İstanbul’da, Mekke’de, Medine’de ve Kudüs’te gıyabi cenaze namazı kılan tüm herkesten Allah razı olsun. Rabbim bizlerin, sizlerin ve tüm İslam Alemi’nin geçmişlerine rahmet eylesin.
Vesselam…