Vahdettin Yiğitcan

ADANA ÜZERİNDEN ANTALYA

Vahdettin Yiğitcan

Mart ayında yaptığım ikinci seyahatim Adana üzerinden Antalya'ya oldu.

Ben, oldum olası treni ve yolculuğunu çok severim...

Malatya'dan Adana'ya trenle, oradan da Antalya'ya uçakla gitmek gibi bir yol izledim...

Ben yolculuklarımı eğer zamanım elveriyorsa, trenle yaparım; sözün kısası çok eski bir tren yolcusuyumdur.

Ve Devlet Demir Yolları'nın son 50 yıllık geçmişini ve nereden nereye geldiğini de söylemesi ayıp, bilirim...

İstanbul-Ankara arasında sayısız kez, Anadolu Ekspresi ve Mavi Trenle yolculuk yapmışımdır...

Trende, mevsim kışsa restoranda çay içerek kar altındaki köyleri ve tabiat manzaralarını seyretmenin hazzı anlatılır gibi değildi...

İzmit'de pişmaniye, Arifiye'de ayva, Eskişehir'de haşhaşlı ekmek satan çocukları unutmam mümkün değil...

Bundan sekiz on yıl önce, "Tren Kart" alarak bir ay boyunca trenle memleketi bir baştan bir başa gezdim...

İstanbul'dan başladım, Eskişehir, Ankara, İzmir, Kütahya, Balıkesir, Konya, Karaman, Adana, Malatya, Kayseri, Sivas, Erzincan, Erzurum, Kars ve Edirne'ye kadar bir ay boyunca dur durak bilmeksizin, demiryolu güzergâhında unutamayacağım hatıralarla süslü müthiş bir gezi yaptım...

Kimi istasyonlarda sabahladım, kimi Demiryolları'nın misafirhanelerinde yolculuk yorgunluğumu attım.

Şimdi hafızamda her şehrin kendine özgü unutulmaz fotoğrafları mevcut...

O zamanlar Haydarpaşa İstasyonu tam teşekküllü olarak faaliyetini sürdürüyordu...

Yüksek Hızlı Tren çalışmalarından sonra peyderpey Haydarpaşa'dan Anahat trenleri kalkmaz oldular...

Haydarpaşa'nın tarihi değeri sanki sıfırlandı ve yoksul ülkemizin umudu olan İstanbul'un giriş kapısı suratımıza kapatıldı...

Haydarpaşa'nın trensiz ve yolcusuz kalmasına hiç gönlüm razı olmadı...

Şimdi ne zaman Haydarpaşa binasını görürsem içim bir tuhaf oluyor...

Sadece sözle, tarih, ecdat, vatan, millet demekle itibar ve asalet sağlanmıyor.

Osmanlı'nın o zor döneminde 2.Abdulhamid'in yaptırdığı Haydarpaşa istasyonu tüm ihtişamıyla yapılış işlevini sürdürmelidir...

Konuyu mecraından çıkarmadan yeniden biz Adana treni, Fırat Ekspresi'ne dönelim...

18 Mart Pazar sabahı erkenden istasyona gittim. Trenimiz 10.48'de hareket edecekmiş...

Yol boyunca oyalanmak amacıyla istasyon büfesinden okumak için gazete ve atıştırmalık bir şeyler aldım...

Yolcular oldukça tenha... Trenimizin kalkış istasyonu Elazığ, Haliyle gözümüz Elazığ yönüne çevrili, ümitle o yöne bakıyoruz...

Malatya Tren İstasyonu pırıl pırıl temizliğiyle,  kesinlikle abartmıyorum, insanın içini ferahlatan bir tablo gibiydi...

Danışma görevlisinin anonsunun ardından beklediğimiz Fırat Ekspresi uflaya puflaya rayların üzerinden kayarak istasyona geldi...

Trenin içi de. pulman koltuklu vagonlar da tertemiz ve ışıl ışıldı...

Her şey iyi başladı; hava güneşli, ilkbahar kendini göstermiş, bitkiler, çiçekler sevinç içindeler adeta insana gülümsüyorlar...

Trende yerler numarasız, dilediğin vagonu seç ve otur...

Ben de hoşuma giden orta vagonlardan birine yerleşiyorum...

Derken trenimiz hareket ediyor...

O eskiden ray birleşim noktalarındaki geçiş tıkırtıları yok olmuş; sanki buzda kayıyormuşcasına sessizce adete akıyor trenimiz...

Ben Adana - Malatya treninde öncelikle Beylerderesi geçişini seviyorum...

Benim çocukluk dönemimde Beylerderesi geçidi otomobil ve otobüslerin korkulu rüyasıydı...

Her yıl birkaç ölümlü kaza adeta mukadderdi...

Beylerderesi'nde yaşanan bir kaza şehre bir hüzün bulutu gibi çöker, her yerde o kaza konuşulurdu...

Şimdi o uzun geçit bir viyadükle aşılmış...

Trenimiz ise Beylerderesi'nin adeta etrafını dolanıyor...

İki yamacın arasında akan dere oldukça derinlerde...

Trenimiz yamacın tepe noktasından başlayarak derenin seviyesine inip dereyle selamlaştıktan sonra tekrar tırmanışa geçerek karşı yamaca doğru kararlı yürüyüşünü sürdürüyor...

Gördüğüm kadarıyla Beylerderesi'nin su miktarı oldukça azalmıştı..

Malûm, Malatya, son yıllarda nedense yeterli yağış alamamaktan dertli...

Fazla ayrıntıya girmeden hızla Adana'ya gidelim ki, Antalya'yı yazmaya yerimiz kalsın...

Akçadağ, Doğanşehir, Kapıdere, Gölbaşı, Pazarcık, Fevzipaşa'yı geride bırakalı çok oldu...

İkindi sıralarında Osmaniye'ye vasıl oldu trenimiz...

Malatya'da seyrek olan yolcu sayımız Adana'ya yaklaştıkça, vagonumuz hınca hınç insanla doldu...

Trende hiçbir sarsıntı hissedilmiyor... Tren rayların üzerinde adeta kayarak hızla ilerliyor...

Tren yolunun sağlı sollu her iki yanı narenciye bahçeleri... Sebze ve meyve seraları... Biri bitiyor biri başlıyor...

Bereketli topraklar, verimli araziler, çalışkan insanlar ve dört mevsim ziraate uygun iklim şartları... Maşallah...

Zümrüt yeşili yaprakların arasında kırmızıya çalan turuncu renkli meyveler, ağaçlara asılmış süs ampullerini andırıyorlardı...

 Adana İstasyonu'na girdiğimizde saat akşam 6.30'u gösteriyordu...

Trenden iner inmez Adana'nın sıcacık havasını en önce yüzümde hissediyorum...

Ani hava değişikliği nedeniyle terlememek için tarihi Adana İstasyonu'nun önündeki banklarda iyice bir dinleniyorum...

Sırt çantam ve tekerlekli valizimle Atatürk caddesinden şehrin kalbine doğru bir yürüyüş başlatıyorum...

Bu yolu çok seviyorum... Devasa ağaçlarla süslü... Her on metrede bir banklar var. Yorulduğun an dinlenebilirsin...

Malatya Büyükşehir Belediyesi'nin kulakları çınlasın, Abdullah Gül Parkı kenarında 3 km yol boyunca bir tane bank göremezsin...

Atatürk Caddesi'ni boydan boya kat ederek dört yol ağzı, İnönü Parkı'na geldim...

Söylemesi ayıp şöyle bir güzel açlık ikmâli yaptıktan sonra saat gece 11'e geliyordu ki, doğru "Meydan" minibüsüne binerek Adana Hava Alanı'na doğru yola çıktım... Uçağım sabah saat 07.50'de...Hava alanı yolcu salonunda sabahlayacağım...

Antalya'ya indiğimizde saat 09'a geliyordu...

Bagaj işlemleri derken, saat 09.30'da Antray'la Antalya'nın Çarşı merkezine doğru yola çıktım.

Hava açık. Pırıl pırıl güneşli bir Antalya sabahı...

 Antalya uzun yıllar Anadolu Selçuklu Devletinin yönetiminde kalmış ve dolayısıyla Selçuklu'nun mimari zevkini yansıtan sayısız eserle donatılmıştır...

En önemlisi de bildiğiniz gibi Yivli Minareli Ulu Cami'sidir.

Antray'dan Murat Paşa durağında indim...

Antalya'da da bizdeki saçma semt isimlerine benzer anlamsız isimlere rastladım...

Bizde Çöşnük - onlarda Cırnık, bizde Porga - onlarda Şarampol.

Bu saçmalıklar, yerel yöneticilerimizin kültür ve bilgi seviyesine işarettir.

Antalya mükemmel bir şehir... Her tarafında ayrı bir özen ve yerel yönetimin titizlikle çalıştığını gözlemliyorsunuz...

Kale içi ve liman son derece temiz ve turistlere yönelik irili ufaklı dükkânlar, çay kahve içilebilecek mekânlar sayısız seçenekte...

Ben, diyelim ki, olmaz ya, "Yerel Yönetimlerden Sorumlu Başbakan Yardımcısı" olsam. Belediye Başkanlarını toplar başarılı belediyelere götürür, yerinde tatbiki belediyeciliği gösteririm... Hani eğitim adına, hiç de fena olmaz...

Antalya'da edindiğim en güzel izlenimim yerel yönetimlere dair bu ders oldu...

1935' SAYIMINDA MALATYA KAÇINCIYDI?

1935 Yılında yapılan Genel Nüfus Sayımına göre illerin nüfus sıralaması, 2017 sayımı ile kıyaslandığında çok ilginç bir tablo ortaya çıkıyor...

İstanbul, o tarihte 883.414 kişi ile en kalabalık il olma özelliğini, 15.029.231 kişi ile bugün de sürdürüyor,

1935'sayımında Başkent Ankara, İzmir ve Konya'nın ardından 4. sırada yer almış...

O tarihte 3.olan Konya 2017 sayımına göre 7. sıraya gerilemiş...

Yine o tarihte 6. sırada yer alan Bursa ise bugün 4. sıraya yükselmiş...

1935 Genel Nüfus Sayımı sıralamasında ilk on il arasında yer alan şehirlerimizden beş tanesi yerlerini şöyle ya da böyle korurken diğer illerin yerinde yeller esiyor...

Yerinde yeller esen illerden birisi de Malatya...

1935 Yılında nüfusu 411.513 kişi olan Malatya 9.sırada yer alırken, bugün 786.676 kişilik nüfusuyla 27. sıraya gerilemiş...

İnsanın "neredeeen nereye" diyesi geliyor...

Malatya'yı 18 basamak gerileten yöneticilerimizle şimdi biz, iftihar edebilir miyiz? Karar sizin...

1930'lu yılların Malatya'sında bir "Şirket Han" varmış... Yıkıp ortadan kaldıranlara da yazıklar olsun(muş)...

CUMHURBAŞKANIMIZA ÇOK ÖNEMLİ BİR HATIRLATMA

Sayın Cumhurbaşkanım,

Siz, görev yaptığınız tüm makamlarda "Cumhuriyet Tarihimiz" boyunca milletimize en yakın ve en sevecen bir lider oldunuz...

Devrim niteliğinde sayısız hizmetleri bir çırpıda gerçekleştirdiniz...

Ve bu hizmetleriniz dosta düşmana karşı hız kesmeden devam ediyor...

"70 Sente Muhtaç" bırakılan mazlum ülkemizin itibarını yükselttiniz...

Kimsenin aklından geçiremediği "Türk Lirası"ndan altı sıfırı atıp dünyayı şaşkına çevirdiniz...

İçeride, liradan altı sıfırın atılması halinde "anırma" sözü verenleri "morartarak" anırmaktan beter ettiniz...

Ancaaak, aradan tam tamına 13 yıl 3 ay geçmesine rağmen siz halâ kimi yatırımların parasal karşılığını altı sıfırlı telaffuz ediyorsunuz...

Bilmem kaç katrilyon gibi, gibi...

Biz eskiler için anlaşılabilir bir sürçme diyelim...

Ya yeni nesil, kesinlikle algı felci yaşar!...

Çocuklarımızı altı sıfırlı algı ötesi rakamlarla uğraştırmayalım, derim...

Saygılarımla hatırlatırım...

ADANA TRENİNDE "AHMET ÇAKIR" KAVGASI!...

Başlıkta yer alan ismi, isim isime benzer diyerek, bu da kim demeyesiniz diye tırnak içine aldım...

Söz konusu kişi, Malatya Büyükşehir Belediye Başkanımız Ahmet Çakır...

Trenle Adana'ya giderken Osmaniye'de yanıma orta yaşlı bir vatandaş oturdu...

Yolculuk bu, kimin sizin yanınıza oturacağına kendiniz karar veremiyorsunuz...

Vatandaşın sigara içmekten burnunun önüne gelen bıyıkları bir hayli sararmıştı...

Ben de o zıkkımı tam 40 yıl içtim, ne menem bir şirret bağımlılık olduğunu bilirim...

Adamın bıyıklarının sigara içmekten sarardığını kabalık olmasın diye, yüzüne vurmak istemedim...

Ben yolculuk sırasında tanımadığım insanlarla konuşmaktan sıkılırım...

Mecburen selamlaştım yanımda oturan vatandaşla...

İlk sorusu "hemşerim nerelisin?" oldu. Malatyalıyım dedim...

Haliyle ben de sordum... Darendeliymiş meğerse hemşerim... Adana’da yaşıyormuş... Ticaretle uğraşıyormuş...

Yekten sözü Ahmet Çakır'dan açtı. "Ahmet de Darendelidir, hemşerim" dedi... Ben, "olabilir" demekle yetindim...

"Hemşerim ama, Sancaktar Mezarlığı'nın düzenlenme işini yarım bıraktı." Demez mi?... Ben haliyle kuşkulandım...

"Köylü köylüyü sevmez" derler. Bu söz aklıma gelince Darandelilik nedeniyle olsa gerek dedim ve eleştirisini hiç kaale almadım.

Ciddiye almadığımı hissedince üsteledi, "gerçekten yarım bıraktı" diyerek devam etti...

"Yıllar önce Malatya Belediye Başkanlığı yapmış CHP'li, Rahmetli Turgut Temelli'nin mezarının bulunduğu sokağı ve civar sokakları kasıtla onarmadı" deyince "İftiranın da bu kadarı yeter" diyerek sinirlendim...

"Bana bak hemşerim" diyerek bir solukta anlattım..

"Sancaktar Mezarlığı düzenlendi ve açılışı Ahmet Çakır ve beraberinde kalabalık bir heyetle gerçekleşti.

Gazeteler haber yaptı. Boy boy fotoğraflar yayınlandı. Bütün bunlar yalan olabilir mi?" Dedim, tatlı sert bir üslupla...

Kendin bilmez Darendeli adam devam etti. "O haberi ben de gördüm sadece bir sokak görüntüsü."

"Ara sokakları, yolları, yarım bırakılan demir korkulukları ve Rahmetli Turgut Temelli'nin mezarını bir gör de öyle konuş"

Demesi üzerine dayanamadım ve adama "Yalan söylüyorsun" diyerek orantısız bir tepki gösterdim...

Ben Belediye başkanıma sahip çıktım içim rahat, ama içime de bir kuşku düştü, ya adam doğru söylediyse...

KİMYASALLA ÖLDÜRMEYECEKSİN!...

Nedir bu Batılı zorbaların "kimyasal silah" allerjisi?

Anlayabilen varsa bi anlatsın da öğrenelim...

Ne diyorlar bu zorbalar Esed canisine, "kurbanlarını konvansiyonel silahlarla öldür"

Klasik, alıştığımız ve bizim ürettiğimiz silahlarla, topla, tüfekle, füze ve bombalarla öldür...

Yavaş yavaş öldür...

Oyun bozanlık yapıp kimyasal silah kullanarak, kitlesel ölümlerle bizim silah sanayimizi çökertmeye mi çalışıyorsun?

Diyorlar işin Türkçesi...

Şunu demiyorlar kesinlikle:

Kimyasal silahlarla ölüm çok acı, vicdanımız dayanmıyor, lütfen ama lütfen....

HİKMET BARUTÇUGİL KİMDİR?

Bir şehrin yetişmiş insan zenginliği o şehrin en paha biçilmez değerleridir...

Geleneksel süsleme sanatlarımızın en önemlilerinden olan ebru sanatının büyük ustası Hikmet Barutçugil, Malatya'nın iftihar ettiği hemşehrilerinin önde gelenlerindendir...

Bugün sizlere değerli sanatçımız Hikmet Barutçugil hakkında bilgilendirici bir derleme sunuyoruz...

Değerli gazeteci ve yazar arkadaşım Mehmet Nuri Yardım’ın Hikmet Barutçugil hocamız üzerine kaleme aldığı, yazı - konuşma türündeki yazısıyla sizleri baş başa bırakıyorum...

Mehmet Nuri Yardım "-Ebrunun bir sanat olarak kabul edilmesi kolay olmamış.

Bugün el üstünde, baş üstünde tutulan Hikmet Hoca’nın bir ara sergi açmasına bile izin vermemişler.

Bu da ayrı bir dram…

Ancak kahırdan lütuf doğar ve sanatkârımız hocası Emin Barın’la müşterek eser hazırlarlar:

 Hikmet Barutçugil:" - 1984 yılında Taksim Sanat Galerisi’nde bir ebru sergisi açmak istemiştim. Jüri benim eserlerimi sergilenmeye değer bulmamıştı. Reddettiler. Ben de gelip Emin Barın hocama anlattım. Bana, ‘Sen eserlerinden beş on tanesini getir, ben onlara yazı yazayım, beraber sergi açalım’ dedi. Götürdüm epeyce. Güzel yazılar yazdı. Fakat biz o sergiyi açamadık, hocamın ömrü vefa etmedi, Hakk’a yürüdü. Vefatından sonra biz onun ve benim öğrencilerimle birlikte o sergiyi gerçekleştirdik. Hoca benim içimdeki aşkı keşfetti adeta ve yönlendirdi.”

M.N.Y-Ebrunun son yıllarda büyük bir gelişme göstermesi, insanların artık ebruyu tanıması, sevmesi ve yapmak istemesi hocayı sevindiriyor. Sanatkârımız, ebrunun kısa zamanda bu kadar yaygınlaşması ve merhale katetmesini mutlulukla karşılıyor. “Allah’a hamdediyorum. Sanat çok büyük bir gelişme gösterdi, ilerledi.” diyor ve ekliyor:

H.Barutçugil"- Eskiden 25 kuruşa sattığımız ebruları ancak hocalar alırdı. Nurullah Berk ve Edip Hakkı Köseoğlu beni hep desteklemiştir. O zamanlar bir simit 25 kuruştu. Şimdi bakıyorum fiyatlar da yükseldi. Bu büyük bir gelişme. O dönemlerde sanatı öğreten hemen hiç kimse yok iken, bugün bakıyoruz çeşitli dernekler, belediyeler, vakıflar, kurum ve kuruluşlar ebru kursları düzenliyor. Sonra üniversiteye girdi. 1989 yılından beri ben Mimar Sinan Üniversitesi’nde hocayım. 2000 yılından beri de Marmara Üniversitesi GSF’inde de ders vermeye başladım.”

M.N.Y.-Hocadan öğrendiğimize göre, ebru Anadolu’daki üniversitelerde de öğretilmeye başlanmış. Güzel Sanatlar Bölümleri’nde tezhip, hat, ebru gibi sanatlara öğrenciler büyük ilgi gösteriyormuş. Ebru üstadı, bütün dünyada geleneğe dayalı sanatlara karşı büyük bir yöneliş bulunduğuna dikkat çektikten sonra sebebini de izah ediyor:

H. Barutçugil“- Modern sanatın büyük bir kısmının aldatmaca olduğu artık yavaş yavaş ortaya çıkıyor. İnsanları doyurmuyor, insanlara hiç bir şey ifade etmiyor. Sonra birçok modern sanat da ruh sağlığı düzgün olmayan insanların ürünleri. İnsanlarda, ‘Biz o sanatçının stresini, bunalımını yaptığı çalışmalarda niye görelim’ diye bir düşünce var. Boyaları şarıl şarıl döküyor, sanat yaptım zannediyor. Her şeyden önce sorgulamak lazım, o kişi ne derece sanatçı sayılabilir? Sanatın çilesini çekti mi? Buraya gelene kadar neler çekti, neler yaptı? Bugüne kadar Picasso’yu modern sanatın babası, öncüsü olarak gösterirler. Ömrünün sonlarında İslam sanatlarıyla ilgilenen Picasso’nun unutulamayan sözü, “Ömrüm boyunca İslam yazı sanatının ulaştığı zirveye ulaşmaya çalıştım, ama ulaşamadım.” şeklindedir. “

M.N.Y.-Türk kağıdı” olarak da bilinen ebruyu öğrenmenin çok zor olmadığını hatırlatan Barutçugil, bu konuda gelen taleplere cevap vermeye çalıştığını, internetteki web sitesi ve hazırladığı kaynak eser “Ebru Sanatı” ile sanatın meraklılarına yardımcı olduğunu söylüyor. “Sanatı günlük hayatımızda da yaşarsak, yaşatabiliriz” diyen Hikmet Barutçugil Hoca ayrıca şunları ekliyor:

H.Barutçugil“- Ebru denilince hatıra boyalı bir kağıt geliyor. Ancak ‘ebru’ aynı zamanda resim, heykel gibi bir sanat dalının da adı. Ebruyu camda, giyimde, ahşapta, iç mimaride mutlaka kullanmak zorundayız. Günlük kullanım içine sokmamız lazım. Televizyonlar bu sanatı tanıtmalı. Yazılı basın daha fazla tanıtmalı. Yayın dünyasında kullanılmalı. Kitapların kapaklarında ve iç kapaklarında (yan kağıdı) bulunmalı. Kısacası ebruyu hayatımızın her merhalesinde kullanmak durumundayız. Hatta ilkokuldan itibaren seçmeli ders olarak konulabilir ve bu ders verilebilir. Bizim bu sanatlarımızda insanın terbiye edilmesi de söz konusudur. Sanatlarla uğraşanlar daha olgun insan olur. Huylarda ve duygularda yumuşaklık oluşur. Allah güzeldir, güzeli sever." 

Hikmet Barutçugil'in ebru tanımı:  Suyun gelişi, akışkanlığı, renklerin birbirlerini itip çekmesi… Bütün bu etkileşim sonunda çıkan eşsiz görüntüler de Cenab-ı Hak’kın tek olduğunu bize hatırlatıyor. Onun içindir ki ebru, parmak izi, bulutların gökyüzünde oluşturduğu desenler, ağaç ve mermerlerin katmanlarındaki desenlerde olduğu gibi asla tekrarı olmayan bir görüntü cümbüşüdür. İç içe bir gizem yumağıdır.

           HOŞ SADA

"Yalnızım ve en kuvvetli tarafım da bu.

     Nasıl yorumlarsan yorumla.

                   Hoşçakal."

               TADIMLIK

           "İnsanlar vardır,

      Soğuk duvarlar misali,

  Gülümsemenin sıcaklığını bilmezler,

        Bilseler de sevmezler."

Yazarın Diğer Yazıları