Süveyda Keskin

Suskunluk sarmalı

Süveyda Keskin

Alman siyaset bilimci Elizabeth Noelle- Ne-uman’ın kuramı. Kuram; Susma fiilinin nasıl bir sarmala dönüştüğünü ve insanın bu sarmal içersinde yetkin bir şekilde kendini ifade etme arzusundan nasıl vazgeçtiğini, kendini suskunluğa nasıl terk ettiğin açıklar. 

Esasında suskunluğun tercih değil, sosyolojik bir gerçeklik olduğunu, bunu sağlayan sosyolojik ve kültürel zemini irdeler. Gündem ve kamuoyu oluşturmak amaçları üzerinde durur. Temelinde insanların, toplumda egemen düşüncelere uyarak, izole olmaktan ve toplumsal yaptırımlara maruz kalmaktan kaçma fikrini ortaya koyar.  

Evet, insanoğlu her daim düşüncelerini açıklamakta büyük çekinceler yaşamıştır. Tarihte sadece az sayıda kişiler konuşma cesareti göstermiş, sonuçları da ağır olmuştur. Fakat acıdır ki az kişinin bedeller ödeyerek konuşması susan büyük çoğunluğun refahı ve adaleti için olmuştur. 
Günümüzde sözde demokrasilerle değişik düşüncelere yer verilen çağdaş toplumlarda (!) kamu oyunun oluşmasında medya önemli bir yer tutmuştur. Medya, hangi tür sesin mikrofonluğunu yapıyorsa o ses daha güçlü çıkıyor ve toplumdaki egemen güç oluyor. İnsanlar hangi görüşün daha yaygın, baskın ve kuvvetli olduğunu veya  hangi görüş ve sesin daha cılız ve geçersiz olduğunu medyanın etkisinde kalarak yapıyor. Sonuçta birey, kendi görüş ve fikirlerinin daha az olduğuna inanıyor ve dışlanma korkusuyla kendi fikirlerini hapsediyor. Aslında kendi gibi düşünenler var ve çoğunluktadır. Fakat görüşlerin susması, suskunluk sarmalı oluşturduğundan hep pasifize olur ve yalnız kalır.  

Farklılıkların susması, herkes aynı şeyi düşünüyormuş algısı yaratır ve sarmal büyür de büyür. Sesi çok çıkan, mikrofona konuşan, medyaya hükmeden aslında var olan gücünü olduğundan daha büyük göstermeye çalışır.  Onları; yüz, yüzleri; bin, milyon gibi gösterir. Baskın olan, ama realitede az, cılız ve tabanda yeri olmayan bu konuşan kitle, konuşma kanallarını kapar. Değişik sesler susar. 
Örüntünün devamında kamuoyu dediğimiz ortak kanaatlerde, kendi kişilik ve değerlerinden ödün veren gerçekle arasında mesafe koyarak, ortak kabullere, zamanın dilimine kendini kapatan birey oluşturur.  

Yaşadığımız topluma baktığımızda yine büyük çoğunluğun sarmalın içinde yer aldığını görüyoruz.  Özellikle söz alma çabası içerisinde olması gereken entelektüel, aydın ve düşünce adamları; az bir kısmı hariç hegomonik yapının politik kültür ve baskının; hanelerine neyi yazdıracağı, maliyeti ve diyetinin ne olacağı konusunda bilindik korkular yaşar. 

Oysa Allah, “emrolunduğun şeyi açıkça bildir.” (Hicr 94) demişti. Doğruyu açıklamakla emrolduğumuzu unutmuş görünüyoruz.  Çünkü korku ve hesap verme mercilerimiz değişti.   Dünyalık kaygı ve korkularımız oluştu.  “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” hodbin düşüncesi hakim oldu. 

“Emr-i Bi’l- Ma’ruf Nehy-i Ani’l- Münker; iyiliği emredip kötülüğü sakındırmakla emrolunmuş bir dinin muhatabı, “zalim karşısında susan dilsiz şeytandır.”  Diyen resulün ümmeti çoğunlukla susmayı yeğledi. Oysa susmak her türlü yaraladı. Yenilip giden hakların yanı sıra izzetsiz, onursuz, sindirilmiş hayatlara boyun eğildi ve yetinildi bununla.  HZ. Ali “haksızlık karşısında eğilmeyin çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz. “ derken bu hali mi işaret etti?  

Mutlaka ki kötünün yer kapması ve güçlü olması iyinin köşede bucakta kalması ve seyirci kalmasıyla olmuştur.  Nitekim Bosna dramında Aliye İzzet Begoviç’in “ her şey bittiğinde hatırlayacağımız tek şey düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.” Sözü suskunluk yarasını bir kez daha hatırlatmıştır.  Üzgünüm ki düşmanın söz ve zulmünün yanında dostların sessizliği hala devam etmektedir. Ve zulüm susan zalimlerle örüntüsüne devam etmektedir. ,

Evet biz toprak, mal, mülk sahibiyiz belki fakat beyinleri değer, inanç ve doğruları manipüle edilmiş, sindirip, susturulmuş, ezik topluluklara dönüştürülmüşüz.  Oysa yüce Allah “Biz fenalıktan men edenleri kurtardık” (Araf 165) demişti. Dönüp bakmak durumundayız; fenalıktan men etmenin ve kurtarılmanın hangi eşiğindeyiz ? Öyle görünüyor ki “ uyar” sorumluluğundan çok uzak bir dünyada, izlemek düşmüş payımıza. 

“İnanan kadınlar ve erkekler birbirlerinin velisidirler. İyiliği emreder ve kötülükten men ederler. “ (Al-i İmran 110) di. Biz inanmış kadın ve erkekler, birbirimize yar ve yarenmişiz. Öyle mi,  hani nerede ?
Doğruların ve doğruluğun cehdini yapan değerli aydın ve kendi gücü nispetinde gayret sarf eden müstesna azınlık  hariç, toplum suskunluk sarmalı içerisinde. Oluşturulmuş seküler menfaat,  çıkar korku ve kaygılara teslim olmuş, boyun bükmüşüz. Bunlar, bu dünyalık zilletten payımıza düşenler. 
      “Asra yemin olsun ki, hiç şüphesiz insan hüsrandadır. Ancak, iman edip., salih amel işleylenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr Suresi, 1-3) 
                                            Sonumuz hüsranla bitmeden hakkı ve haklı 
                                         olanı görmek ve HAYKIRMAK umuduyla…       

 

Yazarın Diğer Yazıları