Süveyda Keskin

GÜÇLÜ VE ÖZGÜR KADIN(!)

Süveyda Keskin

“Cennet annelerin ayağı altındadır” demişti, Allah resulü.

Annelik; anne karnında başlayan yükün, belki ömrünün sonuna kadar gidecek olan yorgun sürecin adıydı.

Annelik; uykusuz, yorgun, cefakar, fedakarca yapılan karşılıksız, ödeneksiz bir emekti.

Annelik; sevgi, ilgi, ilaç, derman, güven demekti ki; “anne gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz”dı. Yazık ki her türlü değer gibi, anneliğimiz de harcandı. Tıpkı Bağdat’ın harcandığı gibi…

Genç kızlarımız artık anne olmanın değil, iş kadını olmanın hayallerini kuruyor. “Hem çocuk yaparım, hem kariyer” sloganının hikaye olduğunun kendi de farkında. Sahip olduğu veya olacağı iki çocuğa sadece taşıyıcı annelik yapıyor, yapacak. Kendi eğitimli ama çocukları cahil bakıcılara teslim. İzinli aylarında bile çocuğuna bakmak zul olacak ki, kursa göndermenin yollarını arıyor. Oysa annesi tarafından değil bakıcılar tarafından büyütülen çocuğun, anne babasına bakacak duygusunun oluşamayacağını da kestiremiyor. Çok değil bir nesil sonrası huzurevleri, anne babalarımızla dolacak.

Öyle görünüyor ki cennet annelerin ayağı altından kaydırılıyor. Tanıştığım bir çocuk bakıcısının, “bir gün evlenirsem çocuklarımı kendim büyütmek için asla çalışmayacağım çünkü o annelerin neler kaçırdığına bizzat şahit oldum. Anneleri benim onlarla paylaştığımı paylaşamadı” demesini unutamıyorum.

Evet kaçırıyorlar.

Annelik yanını doyuramayan anneler…

Ayağında uyuturken onu, içi gidercesine izlemeyi, yatağına itinayla koyarken, koklayıp koymayı kaçıracak. Birçok şeyi kaçıracak. Bu durumda bir tek kaçıracak olan anneler değil, sevgisiz, ilgisiz, anneli ama annesiz büyüyen çocuklar…

Modernizmin ürettiği enteresan paradoksal anne tipi.

Hâlbuki sevgi, güveni, güven, başarıyı, başarı, gelişmişlik ve kalkınmayı getirirdi.

“Bir toplumun gelişmişlik düzeyini görmek istiyorsanız, o toplumun kadınlarına bakın” demişti Napolyon Bonapart.

Kadınların; ailenin, otomatik olarak da toplumun her formuna ulaşacak dalgasını elinde bulundurduğunu ve bu noktada kilit role sahip olduğunu biliyoruz. Ve kadının toplumun her türlü kalkınmışlıktaki payının örüntüsünü yukarıda verdik.

Peki, sistem ne yapıyor?

Habire kadını iş sahasına çekiyor. Bu konuda her türlü imkanı seferber etmiş durumda. Yani annesiz, sevgisiz, güvensiz, başarısız bireylerin oluşturduğu geri kalmış toplumlar oluşturmak için. Ayağımıza sıkılıyor.

Ve bu garabet işleyiş, ailenin ve toplumun sosyal dokusunu bozuyor. Oysa her toplum kendi dokusunu korumak zorunda değil midir?

Hasan El Benna, “ümmetin yarısını kadınlar oluşturur diğerlerini de kadınlar yetiştirir” demişti. Şu dönem için yarısını oluşturuyor gerçeğini koruyabilir fakat çocuklarımızı kimlerin yetiştirdiğini biliyoruz artık.

Keşke devlet politikası, bu performansını insanların fıtrî ihtiyaçlarına göre harcasaydı. Anne ve eş duygularından çalmadan. Orijinine uygun, fıtrî sahasında bırakıp, eğitime yöneltseydi. Daha eğitimli, daha bilinçli ve tabii ki daha verimli anneler nasıl olunabilirin çabasını verseydi. Maddi, manevi desteği bu amaçla olsaydı, olmalıydı da.

Ama yook, ne yaptı? Modernizmin sloganik argümanlarını devreye soktu.

“Ekonomik özgürlük” dedi. İş sahalarına çekilen ve bu sahada çoğunlukla memur ve alt kesimi oluşturan kadınların ve çiftlerin eline bir ev bir arabadan başka ne geçti? Akşam eşiyle beraber soğuk aşı, soğuk havası olan evine yorgun argın girdi. Hangi enerjiyle eş, anne olabilirdi ki?

Değer miydi? Bunca derbederliğe, fıtratın ötekileştirmesine, öze yabancılığa ve elzem sonuca; fıtratın (anneliğin) horlanmasına.

Ayrıca bir ev bir arabaya sahip bu kitlenin, ülkenin kalkınmışlık endeksine ne kadar artısı olabilirdi? Kimi kandırıyorsunuz? Anlamıyorum. Sosyolojik ve iktisadi formülleriniz öyle görünüyor ki ülkenin ve toplumun gelişmesine değil çöküşüne yönelik. Yok, illaki sosyal devletsin ve kadınların ekonomik özgürlüğünden yanasın ya (!)

Bağla her ev hanımına maaş, ta ki emekliliğine kadar. Verimli annelik projene hem katkın olsun hem sosyolojik bir çözüm olsun.

  Aliya İzzetbegoviç “İslam Deklarasyonun” da bizim ve Batı tarafından zihinleri dönüştürülmüş modernistlere, oryantalistlere ne de geleneksel tabulardan beslenen muhafazakârlara ihtiyacımız var, demişti.

Ve “eşitlik” dedi. Ya Allah aşkına eşit miydi? Kadın erkek eşit miydi? Biyolojik, psikolojik olarak zayıf, naif ve zarif olan kadın, nasıl erkekle eşit olabilirdi?

Eşitlik, adaleti sağlayabilir miydi? Akıl melikesine ne oldu, peynir ekmek arası mı yapıldı?

“Güçlü kadın” aşısı da iyi tutmuş olacak ki o naif duyusal kadın, ufak bir problemde eşinin karşısına dikilen bir varlık olarak, sevilme ve korunma ihtiyacını kaybetti. Anlamsız ve karşılıksız direnme hem kendinin hem erkeğin fonksiyonlarını yok etti. Ne gerek vardı buna? Erkeğin fıtri koruma isteğine şans vermek ve bunu faydaya çevirmek varken, fıtrata meydan okumak niyeydi? Kazanımlarımız ne? Hiçbir şey…

Maddede de manada da kaybediyoruz. Çocuklarımız, bizler ve toplumumuz…

Modernizm kadına yeni bir sosyal kimlik inşa etti ve nesneleştirdi onu. Ve kadın genel anlamda bu alanda konumunu koruyamadı. Fıtratından ve Kur’an’ın kendine biçtiği rolden uzak ve aciz kaldı. Halbuki İslam, kadının esamesi olmadığı bir dönemde kadına aile ve topluma yön verecek bir misyon yüklemişti. Onun öz bir kimliği vardı. Özneydi.

Oysa rollerimiz belliydi. Toplumumuzun ihyasında Hz. Aişe, iffet timsali Hz. Meryem, Hz. Hatice, Hz. Zeynep, Hz. Asiye farklı asil vasıflarıyla örnekti. Hiçbir şey için geç değil, yeter ki rol modellerimize ve rollerimize kesin dönüş yapalım.

Bu düşünce ve tespitlerim bazı merciler tarafından eleştirilebilir, reddedilebilir. Bunun benim açımdan hiçbir öneminin olmadığını özellikle ama özellikle vurgulamak isterim. İnancımdan aldığım kodlarla aklediyor, düşünüyor, gözlemliyor ve tespit ediyorum. Her akleden Müslüman gibi. Selam ve dua ile…

Yazarın Diğer Yazıları