İyi insanlar, iyi dava adamları, mücadelede azimli olanlar, şanı, şöhreti değil, şerefi esas alırlar. Çünkü şerefli bir yola ancak şerefli bir duruşla yürünülür.
Onlar öyle kimselerdir ki, ne ellerinden kaçana ne de başlarına gelenden dolayı kahrolmazlar. Musibette kafaları karışmaz, şüpheye düşmez, sürekli bahaneler üreten zayıf karakterliler gibi olmazlar.
Az da olsa gerçek dava adamları vardır ki, onlar da ekin gibidirler. Selden, tufandan, borandan sonra bile gövdeleri üzerinde dimdik durarak tehlikelerle dolu yolları yürürler.
Can derdine düşmezler, her tarafı idare etmeye çalışarak kişiliklerini beş para etmezler…
Elbette en güzel sözler Allah’ındır. O, dilediğini güzel sözlerle yüceltir. Razı olduğu kullarından diğer kullarını da razı kılar. Bu O’nun sünnetindendir. Bu vesileyle bizler de Ramazan Hocamızdan razıyız, Rabbim de ondan razı olsun.
Ramazan Keskin Hocamıza, Rabbimden rahmet diliyorum. Umuyorum ki, Rahman’ın ebedi konuklarından olur. Selam her daim Rahman’ın has kulları üzerine olsun.
O artık dünyasını değiştirdi. Geç kalınmış bir yazı olsa da, Ramazan Hocamıza karşı vefamızı ortaya koyacak birkaç cümlemiz olsun istedim. Henüz taziyesi yerdeyken onu ifade edecek sözleri kaleme dökmeyi beceremedim. Söze nasıl başlayayım, nerden söyleyeyim zor geldi.
Günümüzün diliyle tek bir kelimeyle onu ifade edecek olursam, o bir EFSANE’ydi. Derdi, davası olan; mücadele, cehd, gayret, azim, cesaret, sebat, samimiyet, asalet, heybet, mertlik, cömertlik, vefa, dostluk, ilim, fikir, aksiyon ve daha nice kavramların ete kemiğe bürünmüş şekliydi.
O, her zaman, hesapsız, pazarlıksız, çıkarsız, menfaatsiz bir hayatın sahibi olmayanların, imtihanın merhalelerinden geçemeyeceğini bize nasihat etti.
Onu kelimelere, cümlelere, satırlara sığdırmak onu anlamamaktır. Bu yüzden Ramazan Keskin denildiğinde bana neyi anımsatıyor, neyi hatırlatıyor onu yazmaya çalışıyorum.
O, her şeyden önce bir muhalifti. Tezcilerin değil, anti tezcilerin itiraza başladığı yerden başlardı. Yüzde yüz emin olabileceği bir gerçeği yakalamak için, metodunu “HAYIR” üzerine inşa etmişti. Önce sorgulayacak, kuşku duyacak, düşünecek, sonra “varım” diyecek bir tahkikin prensibini ortaya koymuştu.
Esareti, köleliği, kula kulluğu reddeden, özgürlük muştusuna çağrı yapan, bütün batıl inançları, beşeri sistemleri, köksüz felsefi görüşleri ve ideolojileri bir kenara bırakarak, hak olana, doğru, temiz ve hidayete ulaştıracak olana yüzünü çevirmiş, nefesini böyle alan, sesi böyle çıkan, haykırışı, direnişi bu minvalde olan, sınırları net olan, müphemlikten, muğlaklıktan uzak, sözleri keskin bir Ramazan Hocaydı o.
O, küfre karşı mücadeleyi, haksızlığa karşı isyanı, zulme karşı direnişin sembolü olan son dönemin ender şahsiyetlerindendi.
28 Şubat’ın aranılanı, meydanı boş bırakmayanı, memleketi sahipsiz bırakmayanı idi. Bazılarının dediği gibi o asla bir 28 Şubat mağduru değildi. Mağduriyet, acizler ve çaresizler için kullanılan bir kavramdır. Oysa o çaresiz biri değildi. Gerekirse ölümü göze alacak bir mücadelenin çaresi vardı onun yanında. Bu yüzden o, tarafı haktan yana olan bir savaş meydanında kahraman bir savaşçıydı.
Bir insan savaş meydanında esir düşebilir, yenilebilir, öldürülebilir. Bu onun mağdur olduğu anlamına gelmez. Mağduriyet diz çöktüğünüz anda başlar. O ise Malatya’nın “diz çökmeyen adamı” olarak tanımlandı ve öylece tarihe yazıldı. Malatya’da ve Türkiye’de İslami camiada diz çökmeyen adam denildiğinde akla ilk o gelir. Bu yüzden ona mağdur demiyorum, bilakis o 28 Şubat zulmüne karşı onurlu bir direnişin sembol kahramanıydı.
Allah, onu yoksullukla, korkuyla, canıyla, malıyla, evlatlarıyla, sistemle, düzenle, cahillerle bol bol imtihan etti. O tüm bu imtihanlara karşı Müslümanca duruşunu bozmayıp hak yolunda sebat etti. Onu tanıyan herkes bu duruşa şahitlik eder. Onu yakından tanıyan herkes bu sözlerime şahitlik edecektir.
O, 28 Şubat’ın karanlık günlerinde asırlardır Müslümanların bileklerine vurulmuş prangalara itiraz eden, boyunlardaki zincirleri kıran, karanlık zindanların duvarlarını aşan haykırışıyla zapt edilemeyen, aşkın ve coşkun bir ruh ile üzerimizdeki ölü toprağını silkeleyip yeniden dirilişin meşalesini ateşliyordu.
Kritik düşünen, ince eleyip sık dokuyan, istişareden vazgeçmeyen, eleştirileri dinleyip kabul eden, toplumsal hürmetleri gözardı etmeyen, adet usul bilen engin bir kültür sahibiydi.
Minberlerde yükselen gürleyişi, yüreklerdeki özgürlük ateşinin, içimizdeki aşk yangınının, sessiz çığlığımızın ve derin haykırışımızın senfonisi gibiydi.
O karanlık günlerde şehrin ötesinden gelen bir adamın “senin durumunu görüşüyorlar çık git şu şehirden” diyen birinden, etrafını gözetleme tedirginliğini yaşayarak uzaklaşmak zorunda kalmış, “Rabbim bana vereceğin her hayra muhtacım” diyen bir Musa gibiydi.
Zindana atıldığında, işkencelere tabi olduğunda, idamlarla yargılandığında “Düşmanlarım bana ne yapabilirler ki; zindana atılmak bir halvet, sürgüne gönderilmek bir seyehat, öldürülmek ise şehadettir” diyen İmam İbn-i Teymiyye gibiydi.
Evladı cezaevinden tahliye olduğunda, Yusuf’una olan hasret diliyle “Selam sana ey hüzünleri gideren” diyen bir Yakup gibiydi.
Despot mahkemelerde yargılanırken teklif edilen davasından vaçgeçme davetlerine, hal diliyle “Ayı sağ elime güneşi sol elime verseniz de ben davamdan vazgeçmem” diyen ve bu misakı son nefesine kadar üzerinde taşıyan Hz.Muhammed(as) rehberliğinde yürüyen bir pir-i faniydi.
Anadolu topraklarına hakim olan mistik ve düzene itaatkar müslüman tipoloji anlayışından, devrim yüklenmiş bir İslami hareketi Malatya’da hayata geçiren birkaç kişiden biriydi. Bu yüzden dünyadaki bütün İslami hareketlerin işleyişine derinlemesine vakıf olan, gerek Türkiye’deki kökü dışarda olan vesayet rejiminin, gerekse de yeni dünya düzeninde küresel hegemonya işleyişini derinlemesine analiz eden, çok çarpıcı ender yorumlara sahip biriydi.
Malatya’nın çay ocaklarında, esnaf dükkanlarında adeta bir açık üniversite inşa ettiler. Tevhidi merkeze alan, sorgulayan, kaynaklara inen, kitaba, iradeye, çalışmaya namzet eden bir anlayışı Malatya’dan tüm Türkiye’ye hatta sınırlar ötesine ihraç ettiler.
Türkiye’nin hangi şehrine gidip oradaki İslami çalışmalarla tanıştıysam, içinde mutlaka Malatya ekolünden beslenen, izler taşıyan, kaynak olarak gören kişiler ve yapılar olarak gördüm.
20-22’li yaşlar arası 2 yıl boyunca birkaç arkadaşla beraber evine derslere giden, sohbetini dinleyen, ilminden ve birikiminden faydalanma bahtiyarlığına kavuşmuş birisi olarak itiraf edeyim ki, ne biz ne de Malatya onun kadrini bilmekten aciz kaldı. İslami hareketin yöntemi ve Türkiye şartlarını derinlemesine bize analiz eden, mücadelenin esaslarını bize öğreten oydu.
Onun tek mirası sırtındaki hiç değişmeyen ceketi, kütüphanesi ve Allah’ın kendisine ikramı olan evlatlarıydı. Dünya malına hiç tamah etmedi. Dünyayı asla gaye edinmedi. Duruşu ve çizgisini hiç değiştirmedi. İkramı her daim cömertti. Cebindekini yarını hiç düşünmeden infak etmişliğine ben de şahidim onu tanıyan herkes de şahitlik eder. En küçüğünden en büyüğüne kadar herkes onun yanında değerliydi. Bütün sözleri sonuna kadar dinler, sözünü kimseye dayatmazdı. Farklı yorumlardan endişe etmez bilakis bunun ne büyük zenginlik olduğunun farkındaydı.
Hayatında en çok sistem onu yordu. Bir keresinde bana “İnsanın biyolojik yaşı 120’dir. Allah’ın kaderine de iman ederek diyorum ki, eğer ben bir gün erken çökersem sisteme olan bilenmişliğim beni çökertmiştir, bunu böyle bilin” demişti.
Evet sistem onu yordu. İnsanların bir kısmı da onu çok yordu. Ama o hep sabretti. Cevap hakkını kullanmaktan geri durmadı. Hakkın sözünü yere indirtmedi. Nefsine yapılanı affetti, hakka dayatılanın ise hakkını verdi. Elbette o da herkes gibi bir beşerdi. Haşa masum biri değildi. Hepimiz gibi günahıyla, sevabıyla, hatasıyla, doğrusuyla bir hayat yaşadı ama günahta ve hatada ısrar ettiğine şahitlik edecek yoktur. Tevbe dili hep canlıydı. Rabbinin tevbeleri çokça kabul ettiğinin, müminlere karşı çok şefkatli olduğunun huzurunu yaşayan biriydi.
Said Çekmegil, Ramazan Keskin, Ramazan Kayan, Zekeriya Şengöz, Mehmet Alptekin ve daha başka birkaç yiğit Müslüman… Anadolu’ya hapsedilmiş sınırlardan, bize giydirilmiş dar gömlekten ötesine taşan, ümmetle bütünleşen, ümmeti Türkiye gündemine taşıyan ve bu uğurda ömürlerini tüketen birkaç yiğit Müslümandı onlar. Terki dünya edenlere rahmet, sırasını bekleyenlere selamet olsun.