Nevzat Kaya

Gençliğin Çıkmaz Sokağı: BENCELİK DİNİ

Nevzat Kaya

Lise yıllarında hızlı bir ülkücüydüm. 

Tanıdık abilerin delikanlı duruşları bizi onlara özendirirdi. 

Kafamızda sürekli canlı tuttuğumuz gizli kahramanlarımız gibi olmak, tanınmak, racon sahibi olmak en büyük hayalimizdi.

Sonra biraz cesurdum. 

Kavgaya delice dalar, iyi dayak atar, iyi de dayak yerdim. 

Bu cesaret kısa sürede bu hayallerle yaşayanlara fark atmamı, fark edilmemi sağlamış, birden okul reisi oluvermiştim.

Evet Reis'tim ama kendine has bir Reis'tim. 

Belki de aile köklerimden gelen, inançla yoğrulmuş, bilinçli-bilinçsiz birazcık var olan İslami ve İnsani değerlerle yoğrulmuş kişiliğimin yanında, ruhumla mayalanmış bir merhamet vardı içimde. 

Adaleti sever, haksızlığa tahammül etmezdim.

Hatta bir keresinde solcu gençlerle okuldaki ülkücüler arasında bir münakaşa olmuş, solcuların haklı olduğunu anladığımda onları korumuş ve o günün akşamında da, pusu kurmuş bir grup ülkücüden onları son anda kurtarmıştım.

Çünkü içimdeki değerlerle çelişemezdim. 

Ne olursa olsun haklıdan yana olmam gerektiğini düşünüyordum. 

Velev ki, kendi ülküdaşlarımla ters düşüp kavgalı olsam dahi böyleydim ve böyle yapıyordum.

Vatanı delice seviyorduk. 

Ne olursa olsun bu ülkeyi kurtaracaktık. 

Hem komünistlerden hem de laik kemalistlerden bu ülkeyi temizleyecektik. 

Evet böyleydik. 

Hatta daha ötesi Ötüken'e gidip, Çin zulmü altında olan kardeşlerimiz için bir kıyam başlatıp, sonra da bu kıyamı Batı'ya doğru harekete geçirip, tarihin İkinci Kavimler Göçü'nü gerçekleştirecektik. 

İster inanın ister inanmayın, laf çok büyük olsa da kafamdaki düşünce tam da buydu ve böyle hayaller kuruyordum. 

Nerden bilebilirdik ki işin ideolojik boyutunun ne manaya geldiğini ve üst baronların ne düşündüklerini. 

Bizim için önemli olan vatandı, milletti, Sakarya’ydı. 

Birde bunların üzerinde Allah'ın hoşnutluğuydu. 

Düşüncelerimiz kendince samimiydi yani. 

Biz böyle düşünmeye duralım, bir müddet sonra okumaya merak salmıştım. 

Çünkü gençler yanımıza geliyor, tıpkı bizim kendi kahramanlarımıza imrenip, nedir-ne değildir işine girmeden ülkücü olduğumuz gibi, bu gençler de yanımıza gelip ülkücü olduklarını, ülkücülüğün ve milliyetçiliğin ne manaya geldiğini öğrenmek istediklerini söylüyorlardı. 

Haliyle kem-küm eden cevaplarımızın onları tatmin etmediğini, daha doyurucu ve güzel ifadelerle bunu anlatabilmek için, o zamanlar gece-gündüz sürekli gidip oturduğumuz, hemen okulumuzun bulunduğu semtteki Ülkü Ocağı'nda bulunan kütüphaneden kitaplar alıp okumaya başlamıştım. 

Derken Lise mezuniyetinden sonra da devam edecek, belki de 2-3 yılı bulacak ülkücü-milliyetçi fikriyat üzerine bir okuma dönemim olmuştu da, okudukça tatmin olmayan, aradığımı bulamayan bahtsız bir adam gibi olmuştum.

Dokuz Işık, Türkçülüğün Esasları gibi, Ziya Gökalp'ten-Nihal Atsız'a, Erol Güngör'den-Alparslan Türkeş'e kadar, bu alanda ne kadar duayen varsa elime geçen kitapları okuyordum. 

Seyit Ahmet Arvasi'nin Türk-İslam Ülküsü adlı serisini, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz'i altını çize çize okumuştum. 

Türklük bedenimiz, İslam ruhumuzdu. 

Kanımız aksada zafer İslam'ındı. 

Türklük gurur ve şuurdu, İslam ise ahlak ve faziletti. 

Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar da Müslümandık. 

Tanrı Türk'ü koruyup yüceltecekti. 

Ya seveceklerdi ya da terkedeceklerdi. 

Başka yol yoktu bizim için. 

Üsteki mavi gök çökmedikçe, alttaki yağız yer delinmedikçe bizim ilimizi ve töremizi kimse bozamayacaktı. 

Asena dişi Kurt'umuzdu, Börteçine erkek Kurt. 

Kürşat, kırk adamıyla Çin sarayını basmıştı.

Çin'den Adriyatik Denizine kadar her yer Türk'ün yurduydu. Geri kalanlar ise itaat etmekle mükelleflerdi. 

Mustafa Yıldızdoğan, Osman Öztunç, Ozan Arif, Aşık Sefai vurdu mu sazın teline, herkes Kurt gibi ulayıp kendinden geçerdi...

Derken bu okumalar ve dinlemeler üzerine epeyce bir fikir sahibi olmuştum olmasına da, içimle uyuşmayan, beni tatmin etmeyen, hatta gitgide içimi kemiren bir vesveseye müptela olmuştum. 

Benliğim, ruh dünyamdaki boşluğun yerini dolduracak bir fikir arıyordu. 

Evet, Allah katında doğru olan neydi? 

Eğer gittiğim bu yol Allah katında doğru bir yol ise sorun yok. Bu yolda gözümüzü kırpmadan canımızı bile vereceğiz diyordum. 

Fakat tüm bunlar Allah'ın katında bir anlam ifade etmiyorsa "eyvah o zaman ne yapacağım" diye içim içimi kemiriyordu. 

Hakikat neydi? 

Savunduğum ve inandığım düşüncelerin sağlamasını neye göre yapacaktım? 

Kafamın estiğini yapmam tek şanslık bir kumar oynamak değil miydi? 

Ya bu kumarı kaybedersem Allah muhafaza!!! 

İşte böyle. 

Hikayesi uzun yıllardı. 

Gelen geçene sorular soruyordum ama kimseden tatmin edecek bir cevap alamıyordum. 

Henüz Kur'an-ı okumadan, mesajını anlamadan tüm bunları okuyup, dinlemiştim. 

Çünkü bize göre Kur'an-ı Kerim vardır, haktır-hakikattir ama herkes okuyup anlayamazdı. 

Hatta okumamalı, eline bile almamalıydı. Allah muhafaza yanlış anlarız, dinden çıkarız da çarpılmış adamlara döneriz diye uzak duruyorduk.

Bu hal beni gerçek manada Kur-an'la tanıştıran biri çıkana kadar sürmüştü. 

Uzun bir müddet sabırla bana hakikati anlatmaya çalışan, bütün serkeşliklerime rağmen metanetle ve sabırla kitabı ve hikmeti anlatmaya çalışan bu adamdan git gide etkileniyor, samimiyetine ve ilmine zamanla hak veriyordum. En nihayet vereceği bir kitabı okumayı kabul etmiştim. 

"Baş Eğmek İçin Baş Kaldırıyorum" adında olan, sanırım yayınevisi olmayan korsan baskı bir kitap vermişti. 

Tam da kafamı karıştıran tüm sorulara cevap veren bu kitap, fikirsel anlamda bir devrim gerçekleştirmemi sağlamıştı. 

Artık fikrimin ameliyesiydim. 

Fikir işçisi olmuştum. 

Kalbimi tatmin eden bir fikrin işçiliği. 

O gün bugündür 20 yıla yakındır devam eden bir serüvenin içinde uzun ince bir yolda devam etmeye çalışıyorum Elhamdülillah. 

Peki bu hikayeyi neden anlattım? 

Cevabı şöyledir : 

Şimdiki gençlerin içine düştüğü ve bir türlü anlamak istemediği mevzu bu hikayede saklı olsa gerek. 

Çoğu gence göre Kur'an-ı Kerim haktır, hakikattir, oradadır, orda durmalıdır. Ama bu kadar yani. 

Hayatımın yolunu ben çizerim. Canım nasıl istiyorsa öyle yorumlarım, öyle inanırım.

Okuduklarını Kur'an'la değil de, Kur'an'ı okuduklarıyla ölçüp değerlendiren, böylesi ters şeytan işi bir yöntemle hakikati anlamaya, anlamlandırmaya, yorumlamaya çalışan bir nesil ile karşı karşıyayız. 

Sonra da bir sonuç olarak fikirsel birlikten kopuk, her biri bir diğerini boğazlayacak kadar birbirine düşman fırkalar, grupçuklar türeyip gidiyor. 

Bir tür Hristiyanlaşma temayülü içinde debeleniyoruz. 

Herkesin kafasına göre takıldığı, anladığı, anlam vermek istediği, kolu-kanadı kesilmiş, etkisi-tepkisi olmayan ruhsuz bir din tanımlamasına savrulan bir nesil var. 

Akideler tarumar oldu. Herkes kendi akidesinin sahibi artık. 

Budizmin "iyi yaşam felsefesi" tanımlamasına indirgenen bir din algısı git gide yerleşti/yerleşiyor. 

Aslında bu ülkede kendi tanımlaması üzerinde dine karşı çok sert duran, dini dışlayan çok az insan vardır. 

İslam Haktır, Kur'an-ı Kerim Allah'ın kitabıdır, Muhammed(sa) Allah'ın peygamberidir, diyenlerin oranları çok büyük. Bunu yadsıyamayız. 

Fakat gelgelelim ki, tüm bu tanımlamalar dinin kaynağından alınmış tanımlamalar olmayıp, bilakis herkesin kendi eğitim, okuma ve çevre etkenlerinin şekillendirdiği, "bencelik" yaklaşımıyla alakalı tanımlamalar olduğu kesindir. 

Koministinden-milliyetçisine, laik kafalısından muhafazakarına kadar neredeyse herkes İslam haktır, Kur'an hakikattir ama orada durmalıdır, bir kenarda olmalıdır, hayatımıza müdahale etmemelidir, bu işler birer vicdan meselesidir kafasında yaşıyor. 

Daha da ötesi bunu bir moda, bir tarz hevesinde piyasaya pompalayan, reklamını yapan seküler bir hakim zihniyet var. 

Bedelsiz, emeksiz, meyvesiz, amelsiz, kütük bir manzara var karşımızda. 

Böyle bir DİN yok. Kendimizi kandırmayalım. Vicdanımızı sahte rahatlıklar üzerinde baskılamayalım. 

Kafamızı kuma gömmeyelim. 

Faydası yoktur. Vallahi faydası olmayacaktır.

Yazarın Diğer Yazıları