Sonbahardan Sonsuzluğa
Nesibe Aldemir
En koyu elbisesini giyer ölüm sonbaharda. Ağaçlar yaprağından vazgeçer. Ve dallar meyvesinden. Neşe yerini hüzne bırakır. Yaşamak koltuğunu ölüme teslim eder. Tüm bu teslim törenlerini izlerken sonbaharın tefekkür deryasına dalmadan geçemiyoruz.
Kaldırımlarda oradan oraya savrulan gazellerin söylediği şarkılara kulak kesiliyor insan. Öyle bir savruluş ki nereye gittiğinden habersiz. Yapraklarını sarıya çeviren dalların yorgun gülüşlerine göz kırpıyor rüzgarlar. Ve estikçe yaprağın daldan ayrılmasına sebep oluyorlar.
Günden güne serinleyen havayı takip ediyor beyaz bulutlar. Mavi göklerde adeta bir tablo gibi asılıyorlar. Seyrediyorlar âlemi ve gözlerinden süzülüyor yağmurlar. Toprağı çamura, yaprağı çürümeye terk ediyorlar.
Hazzı ve hızı kendine yaşama gayesi edinen günümüz insanı, sonbaharın yeryüzü sahnesine sergilediği perde perde oyunlardan habersizce yaşıyor. Ölümün habercisi ve sembolü olan sonbaharı yaşamadan geçip gidiyor.
Hüznün yoldaşı olan sonbahar, tefekkürün de en samimi dostudur. Bizler bu kadim bağlardan habersizce yaşamayı tercih ediyoruz. Uğrunda ömür tükettiğimiz faydasız uğraşları hayatımızın orta yerine yerleştirmiş haldeyiz.
Vaziyetimiz ve yaşam şeklimiz hüznün ipek tenli yüzüne bakmamayı öğütlüyor. Daima neşeli ve mutlu olmak gibi bir düş kurduruyorlar bize. Ölümsüzlük iksiri içmişçesine yaşamayı gaye bildiriyorlar. Elimize tutturulup gönlümüze dayatılan bu bildiriler bizi hayatın özünden koparıyor. Maddeye olan bağımız kuvvetlendikçe manaya olan derinliğimiz sığlaşıyor. Ve “herkesleşme” denilen illetli hastalığa yakalanıyoruz. Burada da tatmin olmuyor ruhumuz. Kayıp bir halkamızın var olduğunu hissediyoruz. Ölümle aramızda kuramadığımız ünsiyetin eksikliğini hissediyoruz.
Nihayet ayağımızın önüne düşen gazeller bize ölümü hatırlatıyor. Hayatın boş yere açılmış bir sofra olmadığını görüyoruz. Belki şakaklarımıza yağan karlar belki yüzümüze düşen çizgiler “ölüm” diye haykırıyor. Ama gel görelim tüm bu haykırışların sesini kısmak için elimizden geleni yapıyoruz.
Oysaki sonbaharın kâinata çizdiği eşsiz tablodan kaçmak mümkün olmuyor. O tablo ki sarı, kırmızı ve kahverengi ölümleri anlatır dize dize. Ve yeniden dirilişin önsözüdür. Ölümlü insanın bedeninin libastan öte olmadığını, yaprak dökmenin ömrümüzden düşen günlerden farksız olmadığını… Nereye gidersek gidelim ne kadar kaçarsak kaçalım ayazın ömrümüzü saran soğuğu er ya da geç bizi bulacaktır. Gün gelecek yaprak misali sararıp düşeceğiz toprağa. Ve bizimle birlikte gömülecek bunca gam bunca kederimiz. Nihayet son bulacak bu bitmez telaşımız.
Tohumca yaşayanlar için toprakla buluşmak düğün bayram olacak. Çürümeden hayatta kalmayı başaranlar, tohumun toprağa kavuşması gibi esenlik duyacaklar. Yeniden dirilişin önsözünü okuyup sonsuz kitabın başlangıcı olan ebedi hayatın sayfalarında gezinecekler. İlkbahar misali ahirete aralanan yollardan filizlenip büyüyecekler. Fidan olup boy salacaklar ummanlara. Ağaç olacaklar bir adım sonrasında. Kökü cennetin ırmaklarından beslenen ağaçlar gibi…
Sonbaharın son deminde sonsuzluk kapısını aralayanlara selam olsun…