Uzaya giden biletler
Mehmet Zeki Dinçarslan
Uzaya bir şey gönderebilecek olsam, bir kapsülün içinde, yaptığım otobüs seyahatlerinin biletini gönderirdim sanırım. Daha önceleri bu otobüs seyahatlerinin biletlerini yolda okuduğum kitapların arasında saklar öyle biriktirirdim. Aradan aylar-mevsimler-yıllar geçtikten sonra, kitaplığımın önünde durmuş bir şey ararken elime gelen bir kitabın arasında o yolculuğu yeniden yaşatırlardı bana. Kitabı karıştırırken seyahat sırasında yaşadığım hatıralar gözümde canlanmaya başlar. Bir satır seçer, baştan sona okur sonra kafamı kaldırırım. Anadolu’nun bazen uçsuz bucaksız gibi gelen ovaları-yaylaları gelir gözümün önüne bazen de keskin virajlarla dolu dağ yolları. Tam o satırı okuduktan sonra kafamı kaldırmış ve pencereden dışarıya bakmışımdır. Nerede olduğumu kestirmeye çalışmış, bir yandan da okuduğum içeriği özümsemeye çalışıyorumdur. İnsan düşüncesi, sırrı henüz keşfedilememiş, ilginç bir şey. Nasıl başladığı da bilinmiyor nereye gittiği de. Kendi düşüncem üzerinden genelleme yaparak izlediğim bu durumda fark ettiğim şeylerden birisi de seyahat esnasında kullanılan duyu organlarının objelerinin, o anlara mim koymuş olmasıdır. Bir görüntü, bir müzik, bir koku… bir anlığına beni o seyahatin atmosferine geri götürüverir.
Çok eski zamanlarda, henüz ben ölüm duygusuna kapılmamış, dünya sihrini yitirmemişken, otobüs yolculukları, boyutlar arası kapılar açan seyahatlerdi benim için. Bir şehirden bir şehre seyahat, yolda izlenen, zenginliklerle dolu koskoca bir Anadolu, okunan sayfalar, dinlenen müzikler vardı. Her birisi bir araya gelerek seyahati bir gösteri haline getirirdi. Gündüz vakti, bir yanda seyahat etmekte olduğum yolları izler, bir yandan da walkmanımdan müzikler dinlerdim. Sezen Aksu’nun 1945 adlı şarkısını dinlediğim esnada otobüs yola çıkmış, Malatya otogarını terk ediyordu bir keresinde. Üzerinden yirmi yıla yakın geçmiş olmalı fakat o günü öyle bir mimlemiş ki o müzik zihnime, yirmi yıl daha hatırlayacağım sanırım. Yüzüklerin Efendisi kitabının son cildinin çıktığı zamana ne demeli. İlk iki cildi okumuş ve üçüncü cildin Türkçeye çevrilmesini uzun süre beklemiştim. Bir otobüs seyahati öncesi elime geçen kitabı yol boyu okumuş, kafamı kitaptan kaldırmamıştım. Otobüs yolculuklarında tepe lamba problemli olurdu zaman zaman. Gece 12’den sonra ışıklar söndürülür, yolcuların uyuması beklenir. İnsanoğlunun her duruma adaptasyonunu hayret ve takdirle izlediğim durumlarından birisi de otobüs koltuğunda uyumak becerisidir. Benim türümün adapte olamadığı bu yeti otobüs seyahatlerinde cankurtaran gibidir. Bir de ışıkta uyuyabilme becerisi vardır ki en çok gıpta ettiklerim listesinin ilk yüzüne girer. Yüzüklerin Efendisi’nin son cildi de otobüsteki tepe lambası ışığında, takribi 18 saatlik bir seyahat boyunca okundu ve bitti. Işıktan rahatsız olan olduysa özür dilerim.
Bir seyahat anım da 99 depremini içerir. Yine uzun yıllar boyunca aklımdan çıkmayan yıkılmış evlerin, binaların görüntüleri beraberinde gidip de kurtarma çalışmalarına katılmamış olmanın en azından bunu denememiş olmanın vicdan azabını da beraberinde taşır. Depremin ilk şoku yaşanırken otobüse binmiş ve deprem bölgesini geçerek Malatya’ya ulaşmıştım. Sanırım bir-iki gün daha gecikmiş olsam seyahat yapılamayacaktı zira yollar artık dolmuş, ulaşım sekteye uğramıştı. Sonraki günler boyunca haberlerden izlediğim deprem sonrası trajedi, durumun vahametinin benim ilk günlerde anlayamadığım kadar büyük olduğunu ortaya koymuştu. İşte, seyahatimle ilgili tüm hatıraları biletin içine sığdırabilecek bir teknoloji icat edilmiş olsaydı, uzaylılara depremi de anlatabilecektim. Otobüsün camından bakarken gördüğüm o tüm yıkılmış evler ve binalar; bu binalara bakarken benim aklıma düşen tüm o duygular bilete sığar mı acaba? Sıradan bir otobüs seyahati sırasında akşam çöker ve ara sıra karşıma çıkan köyler, kasabalar veya şehirlerde yanan ışıkları görürüm. Her ışık gördüğümde o evin aydınlığında oturmuş sohbet eden mutlu insanlar hayal ederim. “Şu anda evde yemek yeniyordur” derim; vakit biraz geç olmuşsa çay içilip sohbet edildiğini varsayarım. Evin durumuna göre aile kalabalıklaşır ya da seyrekleşir. Apartman dairelerinde yanan ışıklara bakarak yeni evli bir çiftin tatlı tatlı sohbet ettiğini ya da bir-iki çocuklu bir anne babanın çocuklarla oyun oynadıklarını, ödev yaptıklarını düşünürüm. Daha büyük çift katlı evlerde daha geniş aileler olmalıdır. Uzun bir masanın başköşesinde evin babası sessiz sessiz yemeğini yerken diğer fertler kendi aralarında günün muhasebesini yapmaktadırlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde yanan ışıklar ayrı bir manaya gelir, sabahın ilk ışıklarına yakın yananlar ayrı. Uzun bir gecenin ilerleyen saatlerinde, gecenin sessizliğinden istifade ederek ders çalışmaya çalışan bir talebe ya da sabah namazı için hazırlığını yapan bir zahittir âlemimde oluşan görüntü. İşte tüm bu görüntüler âlemi o gece, 17 Ağustos’u 18’ine bağlayan 1999 yılının gecesinde üzüntüye-kana bulandı. O aileleri o geçişimde yıkılmış kirişlerin, kolonların altında düşündüm hep.
Romantizm bir zamanlar geçer akçeydi. O zamanlar henüz Olric yoktu. Göğsümün kılları ağarmamıştı. Yollara çıkar yolculuklara bakardım. Fonda değişik değişik müzikler olurdu. Uçsuz bucaksız Anadolu. İnsanlar hep benim insanlarım, çocuklar hep benim çocuklarımdı. İyiliğe ihtiyaçları vardı ve bu iyiliği ben sunacaktım kendilerine. Çocuklar aç kalmayacak, anneler evlatlarını yitirmeyecekti. Hep o otobüs seyahatlerinde geliyordu bu fikirler aklıma, ilk otobüs seyahatlerimde. Sonradan, aradan yıllar geçtikten sonra, insanları biraz daha fazla tanıyıp her bir tecrübe için göğsümden bir kılın rengini feda ettikten sonra romantizm yerini realizme bıraktı. İlk zamanların heyecanını şimdi gülümseyerek, bazen hasret çekerek bazen de dalga geçerek hatırlıyorum.
Tabiatın değişik zamanlarda değişik hallerini izleme şansını sunar otobüs seyahatleri. Normal şartlar altında güneşin doğuşunu ya da batışını kırsalda izleme fırsatı olmayan insanlar için seyahat, anı fabrikası gibidir. Gündoğumunu izleme, gece vakti ovalardan ve yaylalardan geçme, sabahın ilk saatlerini Anadolu köylüsünün nasıl karşıladığını görme, yolculukların getirisidir. Mevsimin hasat emri ile çiftçiyi tarlabaşı ettiği günlerde sabahın ilk saatlerinde tarlalarında çalışan köylüler görülür. Önce meyve bahçelerinin ya da bostanların yakınına park etmiş pikap ya da traktörler görülür. Biraz yaklaşınca insanların harıl harıl çalışarak günü kazanca çevirme çabalarına şahit olunur. Hasat günü kırsalda değerli bir gündür. Bir günlük emek kışın bir hafta yiyilecek ekmeğin karşılığıdır belki de. O yüzden güne erken başlanır ve son ışıklara kadar mücadele sürer. Otobüsle yanlarından geçerken, akşama kadar bu vaziyette devam edecek olan emekçileri gıptayla karışık takdirle izlerim her zaman. Takdir, verdikleri emek için; gıpta ise akşama kadar o enerjiyi koruyabildikleri için. Benim gibi şehir kökenli insanların birkaç saatine bile dayanamayacakları bu efor, tüm kentlilerin gıdalarının kaynağı, hayatı sürdürmelerinin gerçek sebebidir.
Işık kirliliği yüzünden şehirlerde yıldızlar görülmez olur. Gece vakti pırıl pırıl bir gökyüzü görüp tüm yıldızları resmigeçit esnasında izlemek için yollarda olmak gerekir. İşte o zaman şehir insanının boğuştuğu inançsızlıkların temel kaynaklarından birisi daha ortaya çıkar. Gökyüzünün namütenahi büyüklüğü Allah’ın kudretinin en güzel izlerinden birisidir. Bunu her gün gören insanla görmeyen arasında da inanış olarak farklılıkların olacağı aşikârdır. Otobüs yolculuklarım esnasında sık sık Hititlerden Friglere, Romalılardan Perslilere kadar bu kadim yurtta yaşamış olan insanları düşünürüm. Binlerce yıl önce, gözlerini bilmedikleri bir coğrafyaya açan, kendilerinden öncekilerin pratiklerine küçük dokunuşlarla katkıda bulunarak sırayı kendilerinden sonrakilere bırakan bu insanların bugünün insanına göre bildikleri oldukça kısıtlıydı. Bilgi, insanı güçlü kıldığı kadar kibirli de yapıyor. Günün insanının gökyüzüne daha az baktığını, Allah’ın kudretini daha az takdir ettiğini düşünürüm hep. Yollarda Hititlerin gökyüzüne bakarak kendi dinlerince yaratıcılarını kutsadıklarını hayal ederim. Neticede ne uzay hakkında bilgileri olan ne evrim hakkında fikir yürütebilen bu insanların inancı ile bugünün insanının inancı birbirinden oldukça farklıdır. Binlerce yıl önce gökyüzünü izleyerek bu izlemeyi dine dönüştüren insanların saf yürekliliği az bulunur bir element gibidir bugün. Yıldızları ve gökyüzünü izlemenin büyüsü, uzaya göndereceğim kapsülde bulunması gereken duygulardan birisidir. Gökyüzünü izlemek insanları sonsuzluk hissine ulaştırmış, modern dünyanın hâlihazırda kullanıyor olduğu birçok bilimsel verinin keşfine meydan vermiştir.
Yollarda eski insanların düşüncelerini de tahmin etmeye çalışırım. Bir çeşit empati kurarak, binlerce yıl önce bu topraklarda yaşamış olan insanların etrafı izleyerek neler düşündüklerini tahmin ederim. Bir dağın eteklerinde kurulmuş olan bir şehre bakarak binlerce yıl önceki sakinlerinin hislerini hissetmeyi denerim. Tarihin henüz başlarıdır. Bu topraklarda yaşayan insanlar tarımla uğraşmaktadır. Her gün sabah kalkıp aynı dağı, arkasında ne olduğunu bilmeksizin seyretmektedirler. İçlerinden birisi, sürekli dağın arkasında ne olduğunu merak ederek yaşar. Bir gün o dağın arkasında gitmek hayatının en temel amacıdır. Henüz ticaret yolları açılmamış, kervanlar yola düzülmemiştir. Dünyanın geri kalanı koca bir muammadır. Aynı merakı taşıyıp da yola çıkanların hiçbirisi geriye dönmemiştir ve o meraklı da giderse dönemeyeceğinin farkındadır. Fakat içini kemirip durur o duygu ve bir gün, ne bahasına olursa olsun diyerek yola çıkar. İçim o insana karşı sevgi ve hayranlıkla dolar o anda. İnsanlık ilerlediyse meraklı insanlar tarafından ilerletilmiştir. Dağları aşmaya cesaret etmiş, aksiyonu durgunluğa tercih etmiş o insanlar sayesinde. O dağın ve eteğinde kurulu olan şehrin binlerce yıl içerisindeki değişik hallerinden birisidir bu sadece. Yine aynı şehrin sakinlerini şehir kurulurken ya da daha ileri vakitlerde, işgalci kavimler tarafından saldırıya uğrarken düşünürüm. Bir anda siyah giyimli atlılar şehre baskın verir. Bin bir emekle kurulmuş olan tüm o barınaklar yakılıp yıkılır, kadınlar tecavüze uğrar, erkekler katledilir, çocuklar köleleştirilir. Kuvvetle muhtemeldir bu hadiselerin yaşanmışlığı. Şehre bakarken temelinde yatan emeğe, temelinde yatan acıya bakarım bir yandan da.
Benim uzaya yollayacağım kapsül yüzlerce seyahat, yüzlerce rota, yüzlerce insan, yüzlerce hatıra. Filmlerdeki, rulo haline getirilmiş uyuşturucu paraları gibi, koskoca bir tomar. Uzaylıların dünya hakkındaki fikirleri kadar insanlar hakkındaki fikirlerini de oluşturacak onlarca tecrübe.
Bu yolculukların bir yanı da gitmeleri ve gelmeleri içerilerinde barındırmalarıdır. Otobüse binersin ve terk edersin. Seni mahzun eden bir durum mu var? Bir şehri sevmiyor musun? Bir insan kalbini çok mu kırdı? O şehri kısmen ya da tamamen terk ederek geride bırakırsın tüm olup bitenleri. Ya da tersi bir şekilde bir şehirde çok sevdiğin bir ya da birkaç insan mı var? Ayrılmak zor mu geliyor? Otobüs yolculukları bu yönüyle içinde taşır tüm o acıları, ayrılıkları, mağlubiyetleri... Doğup büyüdüğün o şehri terk etmek vardır uzaya yollanan o kapsüldeki biletin içinde. Eğitim için, ekmek için ya da belki sadece kaçmak için. Bekleyen bir sevgili, beklenmeyen bir aşk, tahmin edilmeyen bir sonuç, sürekli özlenecek bir anne-baba o seyahatin taşıdıklarından sadece birkaçıdır. Bununla birlikte kavuşma da taşınır o seyahatte. Tersi bir şekilde, bekleyen bir aile, eş, nişanlı kısacası sıladır yolculuk.
Seyahat ederken Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları şiirini tekrarlarım sık sık. Ayrılık acısı çekiyorsam o seyahatten dolayı “ilk sevgiye benzeyen ilk acı ilk ayrılık, yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık” derim. Otobüs çalıştırılınca “meşin kırbaç şakladı” diye geçiririm içimden. Sonra dinlenme tesislerinde Maraşlı Şeyhoğlu’ndan izler ararım. Hela duvarlarındaki edepsiz yazıların arasında bir de bakarım ki askerin birisi kaç tertip olduğunu yazmış. “Uzun etme, arkadaş” derim, senin tertiplerin çoktan evlerine döndüler, iş güç sahibi oldular. Kuvvetle muhtemel, sen de olmuşsundur. İçimi rahatlatır, esenlikler dilerim aynı rota üzerinde bir zamanlar seyahat etmiş olan bu askere. Onunla birlikte bu rotadan geçmiş olan herkese. Okullarına giden talebeler, birliğine giden askerler, işi için giden iş adamları, düğünlere ve cenazelere gidenler… O kadar fazla sebep için o kadar fazla insan görmüştür ki bu yollar, benim biletlerimin anılarını değil de yolların anılarını gönderebilsek uzaylılara; hemen bütün insan duyguları için bir fikir sahibi olurlar.
İlk defa otobüse bindiğimde yaşım çok küçüktü. Yolda iki tane stadyum görmüş, hayal kırıklığına uğramıştım. Televizyonda gördüğüm o stadyumun bir tane olduğunu düşünüyordum o vakte kadar. Sonrasını hatırlamıyorum. Asıl seyahatlerim üniversiteye başlayınca başladı. Malatya-İstanbul arasındaki o upuzun yol karış karış aklıma nakşolmaya başladı gelip gitmelerimin sayısı arttıkça. Bugünkü gibi düzgün değildi yollar o zaman. Dağ yollarında virajları dönerken, bir vakitler bu dağları kendilerine mesken etmiş olan eşkıyalar akla gelebilirdi. Hatta bir vakit, Bingöl’de 33 askerimizin şehit edildiği yerden yine otobüsle geçerken hafiften içim ürpermedi de değil. Virajlar boyunca dağlara tırmanılır, ardından en yüksek noktadaki rakım tabelası okunduktan sonra aşağıya doğru inilirdi. İyi şoförler bence yavaş giden, risk almayanlardır. Bazı zamanlar bu tek gidiş tek gelişli dağ yollarında dikkatsiz sollamalara şahit olur ürperirdim. Yol boyu gözümü kırpmam oldu bitti. Kitap okumuyorsam yolu ya da etrafı izlerim. İnsanların çoğunlukla uyudukları saatlerde bir jandarma birliğinin önünden geçerken bir Mehmetçiğe selam vermek kadar insanı mutlu edecek şey azdır. Bu tür fırsatları kaçırmamak için çaba gösteririm her zaman. Yol sıkıcı olmaya başlayınca yol tabelalarını saymaya başlarım. Her 10 kilometrede bir konmuş olan bu tabelaları hangi zaman aralığı ile selamladığımızı hesaplayarak aracın hızını çıkarırım. Çok daha sıkıcı seyahatlerden sonra otobüsten kendimi dışarıya atışlarım hep aklımdadır. İstanbul’a gidiyorsam Harem’de kendimi araçtan atıp kalan yolu şehir içi vasıtaları ile görmüşlüğüm vardır. Yolda bir trafik kazası, yoğunluk ya da aracın beklenmeyen bir arızası olmuşsa süre ve dolayısıyla yol da uzadıkça uzar. Bu durumlarda teselli diğer otobüslere bakmaktır. Benden daha önceki bir vilayette otobüse binmiş olanlara ya da benden sonra inecek olanlara bakıp halime şükrederim. “Ben Malatya’da indim ama Van’a kadar devam edecekler var” çoğunlukla iyi bir tesellidir.
Otobüs yolculukları, zamanın ve mekânın ötesine geçen anılarla doludur. Her bilet, geçmişe açılan bir kapı, her rota, ruhumuzun derinliklerinde iz bırakmış bir yolculuktur. Yıldızlarla süslü Anadolu'nun altından geçen yollar, yalnızca toprak değil, aynı zamanda hatıralarımızın sessiz tanıklarıdır. Belki de uzaya göndereceğim o kapsül, insanlığın en saf duygularını; ayrılığın acısını, kavuşmanın sevincini, doğanın büyüsünü, tarihin yankılarını ve her şeyden öte, insan olmanın özünü taşıyacak. O biletlerle birlikte, evrenin uzak bir köşesinde, bir varlık belki de bir gün, bizim yolculuğumuzu anlar ve bu küçücük gezegenin büyük hikayesini hisseder. Çünkü sonuçta, hayatın kendisi de bir yolculuk değil midir? Tüm bu anılar, tüm bu duygular, bizi biz yapan şeylerin birer parçasıdır. Ve belki de en önemli olan, yolda olmanın kendisidir; varış noktası ne olursa olsun.