Sokak Taşları
Mehmet Zeki Dinçarslan
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak biliyorum. İstemiyorum da bir şeylerin eskiye dönmesini. Sadece gözümde bazen eski zamanlara ait imgeler canlanıyor. Gerçekten yaşamış mıydım, zihnimde mi canlandırmıştım onu bile bilmiyorum. Mesela, gece vakti, normalde kalabalık olması beklenirken oldukça ıssız bir sokak. Sokak taşları. Simsiyah taşlarla döşeli sokak. At arabaları geçerken o taşların üzerinden, atların nallarının taşlara çarpmasıyla tekdüze bir takırtı sesi tüm sokak boyunca yankılanır. Tak taka tak tak tak taka tak... Bunun gibi bir şey işte. Atın nefes alma sesini de ses kalabalığının arasında duyarsın. (İnsan kulağı yarım milyon farklı ses tonunu tanıyıp birbirinden ayırabilir) At arabaları, keşfedildiği andan itibaren ne kadar da popüler araçlar olmuştu otomobiller çıkana kadar. Önce trenler sayesinde atın hızı geçilmiş oldu, sonrasında atsız arabalar çıkınca iyice gözden düştüler. Tak taka tak tak. Siyah kaldırım taşlarının üzerinden at arabası geçip gitti. O taşlar ki yağmur yağdığı zaman tabiatta bulunsa bir hazineye giden kutsal yolun taşları gibi düşündürtebilecek bir parlaklığa ulaşırlar. O taşlar, düzensiz de olsa kendi içlerinde bir düzenleri varmış havası oluştururlar insanın zihninde. O taşlar şimdi nerede acaba? Arasam aynısından bulup çocukluk günlerimi geri getirebilir miyim?
Çocukluk günlerimi geri getirmek gibi bir isteğim yok. Zaten sıkıcı zamanlardı, geçip gittiği için mutluyum. Bazı ayrıntıların aklıma gelmesiyle düşüncemde oluşan o değişik his arada sırada tadına bakılan tropikal meyveler gibi. Bu hissin peşindeyim. Taş döşeli bir sokak bulup kenarına bir sandalye atarak yarım saat etrafı gözlemlersem aklıma çocukluğumdan kalma milyonlarca hatıra gelecek gibi hissediyorum. İnsan hafızasının milyonlarca tetikleyicisi var. Sesler, kokular... Bir de görüntüler var tabi ki. Bazen sisli bir akşam vakti yıllar öncesinden başka bir sisli akşamı getirir akla. Bir yağmurun yağışı ile zihinde canlanan hatıra, aslında belki de tek şahidinin kendiniz olduğu bir hatıradır ki o yağmur yağmamış, o imge gözünüzde canlanmamış olsa öyle bir an da hiç yaşanmamış olacaktır. Kişisel tarihlerimiz, yaşananlardan çok unutulmuş olan, dolayısıyla hiç yaşanmamış olan binlerce olaydan oluşur. Her biri unutulmuş ve her birinin tek şahidi kendimiz olduğu için hiçbiri aslında var olmamıştır.
Yağmurun yağdığı bir gün liseye giden bir öğrenci olduğumu ve camdan dışarıya baktığımı hatırladım. Üzerimde rengini çok sevdiğim bir hırkam vardı ve camı açar açmaz bir rüzgar göğsüme doğru hücum etti. Yağmur yağdığı için o günü hatırlamış oldum ve o hatıra var oldu. Bir su birikintisi beni eski zamanlardaki taş döşeli yolların su birikintilerine götürdü. Taşlar, şimdiki zaman yol yapım malzemeleri kadar yüksek mukavemetli bir yapıya sahip olmadıklarından mıdır, altlarındaki katmanın ağırlığa karşı tavırlarının farklılığından mıdır ya da insanların o taşları parça parça oldukları için daha rahat söküp başka işlerinde kullanmak için yoldan söktüklerinden midir bilinmez ama arada sırada ortalarda kocaman oyuklar oluşurdu. At arabalarının çok da umursayacaklarını düşünmüyorum fakat yağmurlu günlerde içleri suyla dolar, yürüyenler için gizlenmiş tuzaklara dönüşürlerdi. Otomobillerin altın çağlarından önce yürümek sıradan bir insan aktivitesiydi. Ayakkabılar eskir, sokaklar yürüyerek arşınlanır, aşındırılırdı.
Sokaklar bir zamanlar gerçek manada sokaktı. Taşlarla döşenmişlerdi ve at arabaları geçerdi üzerlerinden. At arabaları geçerken tak tak taka tak tak tak diye düzenli sesler çıkarırdı. İnsanların ulaşımının en temel bileşenleri ayakları ve sokaklardı. Araca binmek normalin dışında bir hadiseydi. Araca binmişseniz önemli bir olaydı o ve uzunca bir süre daha bir araca binmeyeceksiniz manasına gelirdi bu. Tak tak taka tak. Bir yakınım eski zamanlara ait bir ev taşıma olayını at arabası kahramanlığında anlatmıştı. Bütün eşyalarını at arabasına doldurup taşımışlardı. Bir at arabasına sığan bütün eşya gerçekten konar göçer atalarımızla olan kan bağımızın bir nevi ispatı niteliğindedir. Onlar da atlarının arabasının içine sığdırabileceklerinden fazla eşyaya asla sahip olmamışlardı. Şimdiki aileler taşınırken kamyonlara zor sığıyorlar artık. Zaman değiştikçe eşyanın hükümranlığının sınırları da genişledi doğal olarak. At arabalarının dolaştığı sokakların yerini daha geniş araçlara ev sahipliği yapan sokak ve caddeler aldı. Eski sokakların çok büyük olmalarına gerek yoktu. At arabasının geçeceği kadar bir aralığın olması yeterliydi. Kaldırım taşlarına da gerek yoktu zira insanların kaldırımdan gitmeleri için bir sepepleri de yoktu. En kötü ihtimalle bir at arabası gelir sokağa girer, sen de kenara çekilir geçmesine müsaade edersin, o kadar. Sokaklar eskiden sadece yayalara aitken at arabasının geçmesi için "müsaade" tabirini kullanmam çok yerinde. Sonrasında otomobiller sokakların tapularını ellerine geçirince yayaları avutmak için kaldırım denen şeyi icat ettiler. Halbuki o sokak eniyle ve boyuyla ve tüm taşlarıyla birlikte bir yaya olan bana aitti. O taşların üzerinde dolaşmaktan ayakkabılarımın altları delinir, senede bir tamirciye götürür "pençe" yaptırırdım. Şimdiki düpedüzgün kaldırımlar gibi değildi eski sokaklar.
Ayakkabılar, vasıtaların hepsinden daha önemliydi ulaşım için. Bir yerden bir yere araban olmadan da gidersin fakat ayakkabın olmadan gitmek ihtimalin yok tabi ki. Kaldırımsız sokakların taşla kaplı sokaklarını arşınlaman için otomobil ve diğer taşıtlar faydadan çok zarar verirdi insana. Zıplaya zıplaya o taşların üzerinden gitmenin ne alemi var ki? İçi dışına çıkar insanın. Sonra yavaş yavaş o taşları azaltıp yerlerine asfalt döktüler sonra da elimizden/yayaların elinden aldıkları sokaklar için bir sus payı olarak kaldırımları verdiler bize. Tren istasyonuna giden bir caddede son taşlar kalmıştı, sonra onları da kaldırıp attılar. Eski taşları ne yapıyorlar Nasreddin Hocam?