-Dost Mektupları-
Akşam uyumak için yatağıma uzandığımda nereden geldiğini bilemediğim, o ana kadar da aklımın ucundan dahi geçmeyen bir düşünce zihnimi meşgul etmeye başladı: “Neden gezip görülen yerler arasına kabristanları da eklemiyoruz?”
Öyle ya, her günümüzün hatırı sayılı bir kısmını ölümün kardeşi olan uykuyla geçirdiğimiz hâlde ölümün kendisinden kaçıp duruyoruz.
Uyumadan bir karar verdim. Hafta tatili olduğu için sabahleyin kahvaltımı yapıp mezarlık ziyaretinde bulunacaktım.
Sabah güneşli, berrak bir gökyüzüne uyandım. Kahvaltımı yapıp kabristanın yolunu tuttum.
Kim bilir kaçıncı mezardı, taşını okuduğum? Takriben iki saattir kabristandaydım. Şimdilik bir diri olarak ölülerle konuştum. “Belki yarın başka bir diri de benim toprağımla konuşacak” diye düşündüm. Daha neler düşündüm neler… Ben hakîkatin aynelyakîn şahitleriyle derin bir muhabbete dalmış giderken bir ses, beni bu muhabbetten çekip aldı:
“Akıllısı da ölüyor, delisi de.
Herkesi eşitliyor ölüm bir yerde.”
Dönüp baktım. Benden biraz daha yaşlıcaydı. Selam verdi, selam aldım. Evvela ayaküstü, sonrasında bir mezar taşının başucunda hayat bulan çam ağacının gölgesinde oturup ölüm ve hayat üzerine koyu bir hasbihalin içinde bulduk kendimizi. Çok yönlü okumalar yapmış olduğu konuştuklarından anlaşılıyordu.
Bir ara kendisine “Ölüm, neden bu kadar hayatın dışına itiliyor? Neden insan, ölümü hep kendinden uzak görüyor?” dediğimde yine bir beyitle cevap verdi:
“Ölüm yakındır, uzak olan düşüncesi.
Vakit geldi mi, ansızın keser nefesi.”
“Şairlik var mı?” dedim. “Eh işte.” dedi. Mezarlığa niye geldiğini sordum. “Sık sık gelirim.” dedi. Sebebini merak ettim, sordum. Rasulullah’tan(sav) rivayet olunan “Lezzetleri kökünden kesip atan ölümü çokça zikredin.” hadisinin kendisini buralara getirdiğini söyledi.
“Hayat, tüm zahmetine rağmen bizi kendine çekiyor. İnsan, ölmek istemiyor; yaşam kalitesinin yükselmesini istiyor. Hastalanıyoruz, sağlığımıza kavuşacağımız günün hayâlini kuruyoruz. Borçlanıyoruz, borçlarımızı ödeyip rahat bir yaşamın geleceği günleri bekliyoruz. Velhasıl hep bir bekleyiş içindeyiz. Daha iyinin, daha güzelin bizi bulacağını ümit ediyoruz. Dünyada sanki en değerli olan biziz ve biz olmazsak dünya durur, hayat son bulur gibi bir hâle büründüğümüz oluyor. Sonra şöyle bir etrafımıza bakıyoruz. Daha dün, daha geçen sene, daha on sene önce yanımızda olan; bizim gibi dirilerden olan nice insanlar şu mermerlerle süslü toprağın altındalar ve hiç yaşamamış gibiler. Onlarla olan yaşanmışlıklar bir hayâl gibi… Onlarla çektiğimiz fotoğraflar ve anılar da olmazsa onların bir vakitler yaşamış olduğunu belki kendimize bile inandıramayacağız …” diye konuştum.
Beni dinlerken gözlerini yanı başımızdaki mezardan hiç ayırmamıştı. Sözlerim bitince de bana döndü ve Şeyh Sâdi’nin “Bostan”ında okuduğunu söylediği şu satırları aktardı: “Yazık! Yazık! Çok yazık! Zaman çabuk geçiyor. Biz yokken de gelip geçecek… Üzerimizden kim bilir ne bahar, ne yaz, ne kışlar geçecek… Uzun zaman güller açacak, papatyalar bitecek fakat biz bunları da göremeyeceğiz. Üzerimizde otlar bitecek; kuşlar, bülbüller ötecek; hayvan ve birçok insan gezecek. Gülistanlarda yine meclisler kurulup dostlar yarenlik edecek. Biz ise toprak olacağız…”
Bir müddet daha hasbihal edip ayrıldık. O kabristanın bir tarafına, ben başka bir tarafına doğru yol aldık. Bir mezar taşına rastladım. Bir beyit yazılıydı mezar taşında. Necip Fazıl'ın bir beytiydi bu:
“O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner.
Azrail’e “Hoş geldin!” diyebilmekte hüner.”