RAMAZAN KESKİN HOCA VE ANILAR 11
Hoca’m, nüfuz sahibi biriydi.
Daha evvel de bahsettiğim üzere vefatından sonra bizzat taziye evine gelenleri, taziye mesajları yayımlayanları, telefonla taziyelerini bildirenleri görüp duyunca kimi insanlar hayretler içinde kalıyordu. “Hoca, ne adammış be.” ifadesini çok duydum. Zira Cumhurbaşkanı’ndan muhalefet parti liderlerine kadar birçok ismin gündemine giren, şehrin valisinden milletvekilleri ve belediye başkanlarına kadar bizzat taziyesine gelinen, tanınmış birçok gazeteci eliyle yerel ve ulusal medyada yer eden, binlerce kişiyle cenazesi defnedilen birinden bahsediyorum. Hatta hastanedeki son ziyaretlerimden birinde bir bakan yardımcısının bizzat gelip Hoca’ma “Ankara’ya doğru yola çıkacağım. Hayır duanızı almaya geldim.” dediğine aynı odada bulunan biri olarak bizzat şahidim.
Şayet bu nüfuzunu, bu siyasî gücünü birtakım mevkilere gelebilmek için kullansaydı mühim mevkîlere gelebilirdi. Şayet bu nüfuzunu zengin olmak için kullansaydı bunu çok rahat yapabilirdi. Fakat o, ne bir mevkiye tenezzül etti ne de zengin olmak için çaba sarf etti. Öyle ya, o, zamanın Ebuzer’iydi. Fırsatını bulanın malı götürdüğü ama teslim olduğu bir zamanda o, özgürlüğü tercih etti. Bize de hep derdi: “Başkalarının destekleriyle İslamî mücadele verilemez. Çünkü bugün size binalar tahsis edenler, maddî olarak destek verenler yarın da talimat verirler. Bu sebeple, kendi imkânlarınız ölçüsünde mücadelenizi veriniz. Birilerinin desteği ile hareket etmeyiniz. Bunun dışındaki bir mücadele biçimi ne ciddidir ne de gerçekçidir. Sadece kendini avutmaktır. Günü geçirmektir.”
İnsanlar, Hoca’mın gençlik yıllarındaki mücadelesini methederken Hoca’mın kendisi, o yıllarını şiddetli eleştirilere tabi tutardı. “Sanki” derdi, “Beydağı’nın arkasında bir talimatımızla şehre inecek bir ordumuz varmış gibi konuşuyorduk. Bilgi, birikim, tecrübe adına yetişmiş bir toplumumuz yoktu.” Bununla birlikte şunları da söylerdi: “O dönemdeki insanları da suçlamıyorum. Çünkü bizler dinimizi el yordamıyla öğrenmeye gayret ettik. Biz, dedeleri savaşı kaybetmiş bir nesildik. “Allah” demenin suç olduğu bir dönem yaşadı dedelerimiz.”
Bir cami hocası, Hoca’yı programlarına davet etmişti. Program, sabah namazından sonra ikram edilen çorbanın ardından başlayacaktı. Hoca’m, müsaitsem birlikte gitmemizi önerdi. Sabah, Hoca’yı alıp gittik. Namaz ve çorba faslından sonra Hoca’m konuşmaya başladı. Gündem 28 Şubat’tı ve hâliyle Hoca’dan konuşmasını istedikleri konu da 28 Şubat’tı. Hoca’m herkesin hevesini kursağında bıraktı. Herkes ondan kahramanlık hikâyeleri anlatmasını beklerken o, geçmişe dair bir öz eleştiri yapmıştı. Sonradan duyduğum kadarıyla cemaat, Hoca’nın bu tarzından pek hoşlanmamış.
Hoca’m şu üç şeyi çok önemser, sohbetlerimizin bilhassa ilk yıllarında çokça değinirdi: İnfak sandığı, karzıhasen(güzel bir borç) sandığı ve ticaret sandığı.
“Eğer masraf yapmadan elde ediyorsanız kazancınızın onda birini, masraf yapıyorsanız da yirmide birini infak etmelisiniz.” derdi. İnfaklarımızın bir kısmını bir havuzda toplamamızı ve yeri geldiğinde devreye sokmamızı isterdi.
Karzıhaseni, yani Allah’ın rızasını umarak borç vermeyi önemserdi Hoca’m. “Bir borç sandığınız olsun. Orada biriken paralarla içinizden acil paraya sıkışanlara uygun ödeme koşullarıyla borç verirsiniz. Böylece birbirinizi faize düşmekten korumuş olursunuz.” derdi.
Ayrıca Müslümanların ticaretle uğraşmasını önemser ve sermayeleri bir araya getirerek tek ve büyük bir sermayeyle ortak işlere girişmek gerektiğini söylerdi.
Hoca’mdan bunları işittiğimizden beri hamdolsun bu üç sandık için de girişimlerde bulunduk. Bu vesileyle birçok kişiye bu çalışmalardan bahsetmişimdir. Müslümanlar, Hoca’mın bu üç projesini yahut en az birini bile devreye sokabilseler çok hayırlı olacaktır. Yeter ki insanlar samimiyetle ve fedakârlıkla taşın altına elini koysun. Allah azze ve celle bereketini verir.
Bu yolda dökülenleri, söz verip sözünden dönenleri de yabana atmamak gerek tabii… Onlar ki can sıkıntılarımızın sebebi…
(Devam edecek inşallah)