Enes Tarım

Vasat Olmak

Enes Tarım

Hatırlıyorum da ilkokul yıllarında Ömer Seyfettin’in “İncili Kaftan” isimli bir romanını okumuştum.

Hiç unutmadım kitabın kahramanı Muhsin Çelebi’yi.

Kitap Osmanlının Şah İsmail’le yaşadığı sorunlardan bir kesit sunuyor.

Şah İsmail Osmanlı için sürekli problem çıkarmaktadır ve ona bir elçi gönderilmesi gerekmektedir. Gönderilecek elçi cesur, ölümden korkmayan, devletin şanına yakışacak bir kişi olmalıdır. Vezirlerden biri Muhsin Çelebi’nin adını ortaya atar. Bunun üzerine sadrazam Muhsin Çelebinin çağrılmasını ister.

Muhsin Çelebi görevi kabul eder. Elbette ki bu elçi; atları, yardımcıları ve giysileriyle ihtişamlı olmalıdır. Muhsin Çelebi bu yolculuğun giderlerini, sadrazamın ısrarına karşın kendisinin karşılayacağını söyler. Giderler için bütün varlığını rehin vererek on bin altın alır. Bu parayla ihtiyaçları karşılar. Bir de Sırmakeş Toroğlu’ndaki Kumaşı Hint’ten incileri Venedik’ten gelme Şah İsmail’in hayatında göremeyeceği kadar muhteşem bir pembe incili kaftanı sekiz bin altına alır.

Tebriz’e vardığında başı dik göğsü ilerde Şah İsmail’in huzuruna varır. Padişahın mektubunu öperek Şaha uzatır. Muhsin Çelebi sağına soluna bakar ve oturacak bir şeyin olmadığını görür. Bunun ayakta beklemeye mecbur bırakmak için yapılmış bir davranış olduğunu düşünerek o göz kamaştıran kaftanını tahtın önüne serer ve üzerine oturur. Başta Şah olmak üzere tüm vezirler komutanlar onun bu tavrı karşısında afallarlar.

Muhsin Çelebi gür sesiyle mesajı iletir ve huzurdan izin istemeden ayrılır. Kapıdan çıkarken Şah’ın askeri, kaftanı arkasından getirir. Muhsin Çelebi sesini yükselterek “Biz asla yere serdiğimiz şeyi sırtımıza koymayız.’ diyerek oradan ayrılır…

Döndüğünde herkes pembe incili kaftana ne olduğunu merak eder. Fakat o bu yaptığını anlatacak kadar küçük bir insan değildir.

Sonrasında elçilikten kalan malzemelerini satarak küçük bir bahçe satın alır.

Üsküdar pazarında sebze meyve satarak geçimini sağlamaya başlar.

Düştüğü bu sıkıntılı durum karşısında o hiçbir zaman nedamet duymaz ve yaptığı fedakarlıkla da övünmez...

***

Benzer bir anlatı aslında İslam tarihinde de var.

Hz Ömer döneminde İran’a gönderilen orduların başında olan Numan b. Mukarrin’in İran Şahına elçi olarak görevlendirdiği sahabi Muğire b. Şabi’nin hikayesidir bu.

Muğire İran Şahının huzuruna elçi olarak gelir ve Şahın farisiliğin zengilik ve ihtişamını, saltanatını öven, Müslümanları da aşağılayan hitabı karşısında yerdeki pahalı ve gösterişli Acem halılalarını mızrağı ile dele dele yürüyerek saltanatın ve gücün geçici sadece Allah’ın baki olduğunu anlatan, dünya zenginliklerinin ehemmiyetsizliğini haykıran bir konuşma yapar ki okuduğunuzda duygulanmamak elde değil…

***

Genelde dinin tanıdığı ruhsatlara sarılarak değersiz yaşamlar kursak ta bunları okumak dahi belleğimizde derin izler bırakıyor. Böyle ulvi davranışları unutsak ta bir yerde bir mekanda karşımıza çıkarak kendini hatırlatıyor; çağlar ötesinden azimeti tercih eden yaşamlar süren nesillerin kokusunu yüzyılımıza kadar esintilerle getiriyor.

Bizleri peşi sıra sürükleyen dünyanın azgınlığına ve toplumları yok eden uygarlaşma/ modernleşme dalgalarına direnemeyip çırpındıkça batsak ta, maddeye dalıp dünyanın yükünü omuzlarımızda sırtlansak ta böyle kahramanlıklar ölü ruhlarımıza biraz olsun canlılık veriyor.

Maalesef artık kapitalizmin sürekli tüketime davet eden lüks harcama çağrılarına direnemiyor  her geçen gün dünyayı daha fazla önemsiyor, fırtınalı havalarda dalgalar arasında kaybolup batıyor, boğuluyoruz.

Belki bu boğulma sonrası ahiret adasında karaya vurduğumuzda yuttuğumuz dünyaya ait irinli ve kirli suları uzun istifralarla içimizden boşalttığımızda yaşadığımız nedamet çok büyük olacak ama heyhat…

***

Şüphesiz İslam alemi yüzyıllardır kendisini mutsuzluktan ve çöküşten kurtarıp selâmete ve doğruya ulaştırması için ellerini uzatan böyle aklı selim davetçilere çok ta kulak asmamakta.

Galiba peygamberin irtihali sonrası durum da böyleydi.

O kutlu elçi bedevi bir toplumu kirlerinden temizleyerek kabileci putperest ruhlarını arındırmış, tekamülün zirvesinde bir nesil ortaya çıkarmıştı.

Sonrasında mı?

Onun ölümünü müteakip o hayırlı neslin ardından adım adım bu ruhtan uzaklaşıp kısa zamanda tekrar o lanetli kabileci, dünyaya tapan putperest ruhu yeniden kuşandık.

Bugüne gelene dek yaşanan tüm yüzyıllarda da bu habis ruh Müslümanları sarıp sarmalamaya devam etti durdu.

Öyle ki bidatleriyle, aşırılıkları ve fitneleriyle bir yığın fırka zuhur ederek bu sapmalar sürdü ve günümüze dek nesillerce aktarılarak itidalden uzaklaşıldı.

İslam coğrafyası her yüzyıl dünyaya olan meylini ve koşusunu devam ettirdi.

Kitapta sura üfürülme ve kabirlerden çıkıp başını çevirmeden tek yön olan toplanma alanına koşuşumuz anlatılıyor Yasin suresinde.

“Sûra üflenmiştir. Artık onlar kabirlerinden kalkıp rablerine doğru koşmaktadırlar…” (Yasin 51)

Ayet her ne kadar yeniden diriliş gününü anlatsa da nedense bu koşu bana dünya hayatındaki metaya ve mala olan koşumuzu anımsatıp aynı derecede paralellik kurduruyor.

Aynı öyle hepimiz başımız boyunlarımızı sağa ya da sola çevirmeden mala ve metaya doğru kan ter içerisinde koşuşup duruyoruz.

Doğrusu zamanın ruhu çok tahripkar…

Yazarın Diğer Yazıları