
Şişli Mezarlığında Yatıyor Şimdi
Enes Tarım
Düşünüyorum da çoğumuz birbirimize benziyoruz...
Herhalde aynı toprağın insanları olarak beraber yaşlanmanın getirisi bu olsa gerek.
Hepimiz benzer şeylerle uğraşıyor, benzer şeylerde koşuşturuyoruz...
Hepimizin benzer bir çevresi eş dost tanıdıkları var...
Ve kimimiz biraz evhamlı...
Kimimiz biraz egoist...
Kimimiz azıcık müşkülpesent...
Kimimiz biraz melankolik...
Kimimiz de dünyanın kendi etrafında döndüğü sanısı ile biraz şımarık...
***
Geçmiş nesillerden farklı olarak etkileşim noktasında oldukça yoğunuz...
Farklı ırklar dinler ya da mezhepler olarak birbirimizi daha çok tanıyor daha fazla empati kurabiliyoruz...
Nüfus yoğunluğu artmış mesafeler kısalmış ve komşuluk akrabalık ilişkilerimiz azalmış olsa da...
Ve çok merak ediyorum...
Yüz yıl önce yaşamış olsaydık daha mı güzeldi acaba o yıllar...
Nasıl biri olacaktık mesela o günlerde yaşamış olsaydık?
Yine böyle biri mi?
Yani yine aynı bu karakterde bu inançta bu kültürde...
Bu ideolojide bu dindarlık seviyesinde bu mezhepte bu siyasi ufukta...
Ne dersiniz?
Hangi yüzyılda yaşıyor olsak ta aynı sonuçlara mı ulaşacaktık sonuçta...
Sanmıyorum...
Ben öyle düşünmüyorum...
Muhakkak ki bugünden çok farklı bir coğrafyada ve farklı bir zamanda ve bugünden daha değişik sorunlarla dolu bir dünyada çok daha farklı biri olacaktık...
Çünkü bugün biz bizi yapan şeyler o gün olmayacaktı...
Ben yaşadığımız aile çevre iklim ve sosyal ilişkiler yumağının bizi biz yaptığı kanaatindeyim...
Farklı bir ailede farklı bir coğrafyada farklı bir sosyal ortamda bambaşka biri olacaktık sanırım...
Bugün olduğumuzdan başka siyasi bir ideoloji, farklı bir düşünce dünyası, farklı bir hayat tarzı ve sosyal bir ortam, alakasız bir dini perspektif olacaktı...
Bugünden farklı bir dünyada, muhakkak ki daha farklı bir kişilik geliştirecekti bünyemizde...
İletişimden teknolojiden sosyal medyadan tv ve radyodan bihaber olmak bizi bugün olduğumuzdan çok daha farklı biri kılacaktı muhakkak...
***
O halde bu yüzyılda yaşıyor olmak bir şans mıdır bizim için?
Bu soruyu nasıl cevaplamak lazım sizce?
Farklı bir yüzyılda farklı bir coğrafyada farklı bir kültürel ortamda doğduğumuzda çok daha farklı bir kişilik inşa edeceksek bünyemize...
Bugün yaşamış olduklarımızın ne anlamı var o halde diye bir soru sorsak kendi kendimize...
Ya da boş verin tüm bunları...
Bir hikaye alıntısı yapayım size bugün farklı bir ustadan duygusal bir anlatı paylaşayım...
Ne dersiniz...
Geçtiğimiz günlerde fotoğrafçılık dalında büyük bir sanatkar olan Ara Güler’in paylaşmış olduğu oldukça duygusal bir hatırasını okumuştum...
Gelin bu güzelliği sizinle paylaşayım...
***
“Bir gün babam, ‘Dünyanın her yerine gidiyorsun, babanın köyünü merak etmiyor musun’ dedi.
‘Hadi gidelim’ dedim. Vapura binip Giresun’a gittik. Giresun’dan Şebinkarahisar’a taksi tuttuk. Oradan Yaycı köyüne gittik. Babam doğduğu evi aradı, bulamadı. Kiliseyi aradı, bulamadı. Mezarlığı tarla yapmışlar.
Çocukken yüzünü yıkadığı üç gözlü bir çeşme vardı, o kalmış. Oraya götürdüler, yüzünü yıkadı.
‘Çocukken anam beni dövenin üzerine koyar, dolaştırırdı’ dedi. Hemen köylüler döven kurdu, babamı da içine koydular, döndü. Ben de fotoğraf çektim. Baktım, babam ağlıyor. Altı yaşında bıraktığı köyüne benimle beraber dönünce çocukluğu aklına gelmiş.
Sonra Sivas’a dönmek için araba tuttuk. Yolda giderken ‘Ah, unuttum’ dedi:
‘Buranın karayemişleri meşhurdur. Anam beni İstanbul’a mektebe gönderirken yanıma torba içinde yemişler vermişti, onları yiyerek gelmiştim. Benim memleket sevgim, yemişle başlar. Geri dönüp alalım.’
‘Baba, gözünü seveyim… 100 kilometre yol geldik. Şimdi yemiş için 100 kilometre geri gideceğiz, 100 kilometre tekrar bu tarafa geleceğiz, sabah olacak. Başka sefer alırsın’ dedim.
İstanbul’a döndük.”
“Babam dört ay sonra öldü. Meğer derdi, oğlunun onu köyüne götürmesiymiş.
Cenazeye gideceğimiz gün evin kapısı çaldı.
‘Kimsiniz’ dedim.
‘Dacat Güler’i arıyoruz’ dediler.
‘Dacat Güler’i kaybettik, şimdi cenazeye gidiyoruz, isterseniz siz de gelin’ dedim.
Meğer gelenler, köyde bizi gezdiren köylülermiş.
‘Siz de gelin cenazeye’ dedim. Yanlarında da bir sandık vardı. Baktım; karayemiş getirmişler. Babamın almak istediği, hasretini çektiği karayemişler... Çocukluğunda yediği, kokusunu aldığı, kendi memleketinin yemişleri...”
“Hepsini ceplerime doldurdum, ceplerim şişti. Öyle gittim cenazeye...
Tam babamı toprağa koyacaklar, ‘Açsanıza tabutu’ dedim,
‘Olmaz, dine aykırıdır’ dediler.
‘Siz açın, bir şey koyacağım’ dedim.
Açtılar. Döktüm yemişleri... Babamı çocukluğunun yemişleriyle birlikte gönderdim öteki dünyaya... Şişli mezarlığında yatıyor şimdi...” (Ara Güler)
Selam ve dua ile...