Enes Tarım

Kötülüğe engel olamak

Enes Tarım

Geçtiğimiz günlerde Gaziantep’te yaşanan Emine Bulut cinayeti toplum olarak hepimizde infial yarattı. Gözü dönmüş bir koca kendisinden boşanmak isteyen eşini uzlaşma vaadi ile bir kafeteryaya çağırmış; on yaşındaki kız çocuğunun gözleri önünde boğazını keserek öldürmüştü. Sonra da kanlı elbisesi ile yakından geçen bir taksiye binip oradan elini kolunu sallaya sallaya her hangi bir müdahale olmaksızın uzaklaşmıştı.

Etraftakiler hiçbir şey yapmadı kadın can çekişirken. Birileri ambülans için aradı o kadar. Kadıncağız ambülans beklerken oracıkta hayatını kaybetti. Olay ülke çapında infial yarattı ve herkes bu konuyu konuşmaya başladı. 

Yine aynı günlerde biraz daha doğuda, Batman otogarında 20 yaşında bir genç hasımları olan iki kardeş tarafından tam 27 defa bıçaklandı. O da olay mahallinde bulunan asayiş görevlileri de dâhil olmak üzere ölüme terk edilmiş; kanlar içinde kıvrana kıvrana ölürken tam öldüğünden emin olunana kadar dokunulmamış, kimse yaklaşmamıştı yanına.

Sıkıntılıyken, ölümle tehdit edilirken, şiddet görürken, zor zamanlar yaşarken yardım umduklarımızın kayıtsızlığı ne kadar acı. 

Çevredekilerin, komşuların ya da etraftaki tanıdık simaların sizin ölümünüzü izlemesi ve müdahale etmeksizin sadece ambulansı/ polisi aramakla yetinmesi insana nasıl hissettirir acaba?  

Böyle şeylerin yaşandığı topluluklara toplum demek mümkün müdür?

Böyle umarsız insanların bir arada yaşadığı bir toplumu ne ayakta tutabilir, üyelerini birbirine ne bağlayabilir? Böyle bir topluluk içinde büyüyen çocuklar yetişkin olduklarında, zor zamanlarda feda nedir bilebilirler mi? 
***
Ne yazık ki, andığımız türden olaylar yaygınlaşmaya, kanıksanmaya başladı. İnsanlar bu gibi durumlarda en yakınlarına dahi çoğu zaman yardım etmiyor, müdahalede bulunmaktan kaçınıyorlar? 
Buna çeşitli sebepler göstermek mümkün. Çoğunlukla korku en başta geliyor. İnsanlar olayı gerçekleştiren saldırganlardan korkabiliyor. Ya da kurbanı savunmaya çalışırken suçlu duruma düşmekten, insanı bezdirebilecek hukuki işlemlerden, yıllarca sürebilecek bir davaya sık sık şahitlik için çağrılmaktan çekinebiliyor. Ki bu sırada sanık veya yakınlarınca tehdit edilmek ve aile huzurunun kaçması riski de var. 

Bunlardan başka, bazen kültürel sebepler de rol oynayabiliyor. Zira birçok insan böylesi bir müdahaleyi başkalarının “aile içi problemlerine karışma” ve dolayısıyla “ahlaka aykırı” olarak görebiliyor. 

***
Artık ne sebeple olursa olsun kimse rahatının bozulmasını istemiyor. Benzer olaylarda korku, tehlike, tehdit gibi riskler pek bulunmasa bile ahlaki sorumluluk hissedilmiyor. Kendi çıkarını düşünmeden, dışarıdan bir ödül beklemeden, hatta bazen bedel ödeyerek, başkalarının çıkarını ve iyiliğini düşünme hasletine nadir rastlanır oldu. Ferdiyetçiliğin böylesine güçlendiği bir çağda toplumsal sorumluluk duygusu zayıfladı.

Aslında mağdura yardım etmemede insanlar arası ilişkilerin kökten değişmesinin; mesela komşuluk ve yardımlaşma gibi geleneklerin yok olmasının da payı var. Toplumuzun bu açıdan olumsuz yönde önemli değişime uğradığına hiç kuşku yok. Çünkü böyle olaylarda halkın geçmiş eğitimi yani kadim kültürü diğer bir ifade ile böyle olaylarda toplumun genelinin verdiği refleks önemlidir. Yani toplumsal ahlakın bağlayıcılığı...  

Artık o misafirperverlik, yardımseverlik, zayıfın yanında olma, yetimin başını okşama gibi reflekslerimizi kaybediyoruz.

Ve bu durum ne yazık ki daha çok muhafazakârlaşırken gerçekleşiyor. Dindarlığımız güçlenirken bu duygularımız zayıflıyor nedense. Dindarlığımız yükselirken ahlakilik endeksimiz düşüyor, ahlaki duygularımız zayıflıyor; beraberinde hayata bakışımız “tüket ve çok çalış ki, daha fazla tüketebilesin” kapitalist mantığına yerini bırakıyor. 
Oysa biz yıllarca yeryüzünde doğruyu ve adaleti hâkim kılmak için mücadele etmemiz gerektiğine dair ayetler ezberlemiştik.  Nerede olursak olalım yaşadığımız toplumda kötülükten sakındırmanın en büyük erdem olduğuna dair… 

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah'a iman edersiniz…” (Ali imran:110)

 “Mümin erkekler ve mümine kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar…” (Tevbe:71) gibi.

Bir kötülük görüldüğünde onu elle veya dille düzeltmeyi, fakat bunlar elden gelmiyorsa en azından kalple buğzetmeyi emreden benzer hadisler de keza…

Fahreddin el-Razi şu soruyu sorar: “İyiliği emredip kötülükten sakındırma prensibi Yahudi ve Hristiyan toplumlarda da bulunduğu halde, neden Allah Müslümanları en hayırlı ümmet olarak tasvir etmiştir?” Buna tefsirciler şöyle cevaplar: “Müslümanlar bu görevi titizlikle yerine getirirler ki bu bazen gerekirse savaşmayı ve öldürülme riskini de içerir. İslam kültüründeki bu görev müstesna bir karakterdedir…” 

O halde Müslümanların kötülükten sakındırmada şahsi çıkarlarını ve rahatlarını düşünmeleri söz konusu olamaz. Bir mağdur, felaketzede veya kazazedeye yardım etmeyi gerektiren durumlarda onlar herkesten daha fedakâr olmalıdırlar. 

Hiç tanımadığın birisi için fedakârlık yapma fikri modern dünya görüşüne bir hayli yabancı ve insanların genelinde artık ferdiyetçiliğin verdiği bir bencillik hâkim.  

Kimsenin kimseye karışmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir dünyada “kötülükten sakındırma” prensibinin çoğu zaman “başkalarının hayatına” müdahale olarak algılanacağı aşikâr. Bu yüzden olsa gerek  “kötülükten sakındırma” prensibi bugün “kendi işine bak” yaklaşımı ile karşı karşıya gelmekte.

Ancak, şunu unutmamak lazım ki; seküler ahlak ve hukukta zor durumdaki birine yardım etme çoğu zaman bir “lütuf” olarak değerlendirilirken, İslam’da ise böyle bir şey Kuranın emrettiği bir vazifedir…

Selam ve dua ile…
 

Yazarın Diğer Yazıları