Enes Tarım

Kitabı farklı okuma çabaları -1

Enes Tarım

“Günümüzde toplum geneli nasıl ki ünlü şarkıcılar ve müzik topluluklarına olağanüstü bir ilgi gösteriyorsa tıpkı Araplar da şairlerin yanında toplanır, onlardan şiir ve kaside dinleyebilmek için can atarlardı. 

O dönemde şairler erişilmez bir yere sahipti. 

Bir kabilede ünlü bir şair ortaya çıktı mı diğer kabilelerden heyetler gelir, o şairi tebrik ederler; sonra o kabile gösteriler düzenleyerek hayvanlar keser ve herkese yemek yedirirdi. 

Kabile kadınları da çıkar türlü şarkı nağmeleri arasında raks ederlerdi. 

Çünkü şair, şiiri ve diliyle kabilesini öylesine savunurdu ki, bunu kılıcı ve süngüsüyle bir savaşçı o ölçüde başaramazdı.

Nitekim şair olaylara da damgasını vurur; diğer kabile şairlerinden gelen söz saldırılarına o karşılık verirdi. 

Bir şair alt tabakadan isimsiz bir insanı överek şanını yüceltir veya üst tabakadan tanınmış bir insanı yererek toplum nezdinde değerini düşürebilir ve toplumun o insanlara karşı bakış açılarını değiştirebilirdi. 

Aynı zamanda Araplara göre şair, bir insanın bilemeyeceği her şeyi bilen ve bilinmeyen âlemler hakkında bilgi sahibi olan kişi idi. 

O bunu da kişisel yetenekleri sayesinde değil, tabiatüstü varlıklar olan cinlerle ilişki kurarak alırdı. Dolayısıyla şiir sadece sanatsal bir etkinlik değil, aynı zamanda cinlerle kurulan ilişkiden kaynaklanan bir ilimdi. 

Bu yüzden Mekkeliler Rasullaha şair ve mecnun (cinlenmiş) demişlerdi.

Ancak Kur'an, bu durumu şiddetle reddeder. Hz. Muhammed'in sözü ne bir şairin sözüdür ne de bir kahinin (Hakka 41,42). 

O'nun söyledikleri ancak Allah tarafından gönderilen bir vahiydir (Necm 3). 

Ve şairlere ancak azgınlar uyar ve o şairler her vadide (sözcüklerin ve hayallerin peşinde) şaşkın dolaşırlar(Şuara 223,224).

Kur'an bu ifadelerle Hz. Muhammed'i bu şairler sınıfının dışında tutmak istemiş, onun peygamberlik ve risaletle görevlendirildiğini açıkça beyan etmiş ve onun rastgele söz söyleyen, kelimeler ve hayaller arasında dolaşan şairlerin yaptığını yapmayan bir insan olduğunu belirtmek istemiştir…” (İzzet Derveze, Kurana göre Hz Muhammedin Hayatı)

***

Yüce Yaratıcı yüzyıllar boyu her topluma kendi içlerinden ve dillerinden elçiler göndererek uyardı doğru yolu gösterdi. 

Bu uyarı istisnasız tüm toplumlarda onların hali hazırda konuştukları dil üzerindendi. Aksi olamazdı zira bir anlama ve algılama gerçekleşemezdi. 

Arap toplumuna da içlerinden bir resulle onların dil kuralları ve dünya tasavvurları çerçevesinde bir kitap gönderdi. Bu mesaj yerel olmakla beraber aynı zamanda tüm insanlık için bir rehber mahiyetindeydi. 

Dolayısıyla indiği ortamın kültürel bağlamını dikkate almadan yapılacak okumalar çoğu zaman yanlış anlamalara sebep olabilirdi.

İlk nesil nebi içlerinde olduğundan onu anlama noktasında bir problem yaşamadı. Anlayamadıkları şeyleri sorup ondan cevap bulmaya çalıştılar. 

Ancak onun vefatını müteakip Kitabın anlaşılmasında birtakım problemler ortaya çıktı. 

Özellikle Arap dilinin zaman içerisindeki değişimi ve beraberinde yeni nesillerin, Arap olmayan halkların topluma karışımı gibi etkenler onu anlamayı sonraki nesiller için biraz zorlaştırdı. 

Öyle ki Arap olanların büyük kısmı, sonraları özel bir eğitim almaksızın Kitabın bir kısmının muradını anlayamaz hale gelmişti… 

***

Rabbimiz kelamı insana ait bir dil vasıtasıyla beşer seviyesinde indirmiştir ve bunun nasıl gerçekleştiğini şöyle zikreder: 

“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut ta bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder…” (Şura 51)

Ayet vahyetme sürecinin her elçi için bu üç şekilde olduğunu söylerken vahyin muhatabı öncelikle o coğrafyadaki insanlar ve sonrasında tüm insanlıktır. 

Bu yüzden herkesin anlayabileceği bir dil olması gerekir. Yani onu o toplumdaki ortalama her insan anlamalıdır. Çünkü insanların genelinin anlamadığı bir mesajın sorumluluğu da olmaz...

Mesajın kolay anlaşılması ve iletişiminin sağlıklı gerçekleşmesi için Allah insana insanın konuştuğu kendi dili ile hitap etse de konuşulan dilin özelliklerine fazlaca vakıf olmayan kavimlerin onu anlama faaliyetleri her zaman kısıtlıdır. 

Bu yüzden sadece meal okumak Kuran'dan istifade etmek yerine onu anlayamama ya da yanlış anlama problemlerine davetiye çıkarabilir.

*** 

Ve Kuran bize ilahî kelam olması münasebetiyle hem bu dünya hem de gayb âlemiyle ilgili bilgiler verir. 

Özellikle dünya hayatıyla ilgili olanları anlamada fazlaca problem yaşanmazken gaybi alemle ilgili konularda farklı anlamalar olması muhtemeldir. 

Allah, ahiret, cennet, cehennem, ölümden sonra başka bir hayatın var olup olmadığı, hesap gününün nasıllığı ancak ilahî kitapların verdiği bilgiler sayesinde bilinir.

Bu meyanda Kuran dünyevi konuları muhkem anlaşılabilir bir üslupla ifade ederken; gaybi konularda müteşabih bir dil kullanmıştır. 

Muhkem helal ve haramlarla ilgili iken; müteşabih ise cennet cehennem kıyamet ahiret gibi konuları içerir.

Gaybi alanda örneğin Allah'ın zatı ve sıfatları, melekler, cennet, cehennem gibi varlıklar duyularla algılanamadığından mecazî dil kullanmak zorunludur. 

Mesela Kur'an'da “altlarından ırmaklar akan cennetlerden” veya “kaynar suların bulunduğu cehennemden” bahsedilir. Ya da Allah'ın eli, Allah'ın yüzü gibi ifadeleri sözlük anlamları ile değil mecazi olarak anlamak zorunludur. 

Nitekim insan vücudunda bir uzvu tanımlayan el kelimesi ile “Allah’ın eli” kavramı somut açıklamalarla nasıl anlatılabilir ki? 

Ya da “Doğu da batı da Allah'ındır. Nereye yönelirseniz yönelin Allah'ın vechi orasıdır” ifadesinde geçen vech kelimesi gibi…

Devam edeceğiz inşallah…

Yazarın Diğer Yazıları