Enes Tarım

Hayat yokluğun kıyısında gezinmektir

Enes Tarım

Bazen sizde de eski bir çağda yaşamış olma isteği hâsıl oluyor mu?

Mesela 4 bin yıl öncesinin otantik bir şehir ya da kasabasında.

Ya da çok daha öncesinde…

İnsanlık avcı toplayıcı bir yaşam örgüsünde hayat sürüyorken…

Yoksa bugünkü modern hayat sizin için bir vazgeçilmez mi?

***

Düşünsenize göçebe bir çadırda, aynı böyle bir sonbahar ayında, kuru gazel yaprakları üzerinde hayata gözlerinizi açmışsınız.

Ailenizin kadın fertleri, kabile büyüğü erkeklerin avlamış olduğu bir hayvan postuna sizi özene bezene kundaklıyor.

Yollar gökdelenler bilgisayarlar ve sair teknoloji henüz hiç yok ve doğa ile iç içe bir yaşama merhaba diyorsunuz. 

Çocukluğunuz toprak zemin üzerinde yaşıtınız olan üç beş çocukla kâh oyun oynayarak kâh yaşlı bir kabile büyüğünün çevresine kümelenmiş bir toplulukta onun hayat hikâyesini ve edinmiş olduğu tecrübeler üzerinden nasihatlerini dinleyerek geçiyor.

Biraz büyüyüp avlanmaya hazır görüldüğünüzde evcilleştirilmiş bir at üzerinde avlanmaya gidiyor, yolculuk yapıyor, gün boyu gezinip hava kararınca bir ormanda konaklayıp avladığınız etten yiyor ve kuru yapraklardan müteşekkil doğal bir yatağın üzerinde kıvrılıp uyuyorsunuz.

Gün doğumu ile hayat yeniden başlıyor.

Ta ki başka bir gün batımına kadar… 

***

Eski, çok eski dönemlerde binlerce yıl önce insanoğlu henüz yerleşik hayata geçmemişken ve avcı toplayıcı bir yaşam sürerken hayat bugünden şüphesiz çok daha renkli idi.

Erkekler ve eli mızrak tutan gençler toplu halde ya da gruplar halinde yaşadıkları bölge çevresinde el değmemiş ormanlarda saatlerce yürüyüş yapar, önlerine çıkan avları avlar bir nehir kenarında kamp kurup bazen kano ile gezinerek balık tutup yorulunca da küçük bir nehrin kıyısında kamp kurardı. 

Bazen bir koruda mantar toplar, bazen kuş avlar, bazen de şansına bir bizon ya da geyik düşerdi.

Kabile kadınları, içi boş ağaç kütüklerine sopalarla vurup değişik seslerle bereket nidaları ünlerken gün boyu rutin günlük işleri ile uğraşıp bebeklerine bakarken; kabile çocukları da doğal bir yaşamın kıyısında etrafa koşuşturarak oyunlar oynayıp avcı kabile büyüğü erkeklerin yollarını gözlerdi.

Galiba tarım toplumuna geçmek ve yerleşik bir hayata mahkûm olmak atalarımızın en büyük hatalarından biri olsa gerek.

Tarımı seçerek çiftçiliğe geçmek onları toprağa bağımlı kılarak ekmiş oldukları sınırlı sayıda ekine mahkûm etti.

Güçlerinin yetebildiği kadar alanda ilkel şartlarda yapmış oldukları çakmaktaşlarından sivriltilmiş ilkel toprağı sürme aletleri ile buğday ve arpa ekip doğanın bereketine sığınıp gece gündüz çalışıp ürün almaya çalıştılar.

Yerleşik hayat onları daha az besin gamında çok nüfuslu bir yaşama mahkûm etti.

Beraberinde ellerine geçen o bir avuç ürün için bazen komşu bir kabile baskınına ya da bazen bir imparatorluğun öncü kuvvetlerinin saldırılarına maruz kalıp; barakadan evlerinin yakılıp ürünlerine el konulup kadınlarına tecavüz edildiği bir yaşama...

Hayat şüphesiz zordu ve yaşam yokluğun kıyısında bir gezintiden başka bir şey de değildi…

***

MÖ 1850’lerden kalma eski bir belgede antik Mısır’da yaşayan kim olduğu meçhul bir adamın hayata bakışı ve öngörüleri hakkında yazdığı bir metin yaklaşık 4 bin yıl öncesinden bir kesit sunması ve bizlere o günleri tasvir etmesi açısından ilginç detaylar veriyor. 

Yazmayı bilmesi de o toplumun en azından alt kastlarından olmadığının başlı başına bir göstergesi.

Belgede Firavun III. Amenemhat’ın yönetimi döneminde yaşadığı anlaşılan adam; oğluna yazmayı öğrenmesinin önemini ona nasihatler vererek anlatıyor. 

Yol boyunca gördüğü köylü, işçi, asker ve zanaatkârların sefil hayatlarını tasvir ederek çoğu insanın mahkûm olduğu bu umutsuz kaderden kaçabilmesi için oğlunun tüm dikkatini okumaya yönlendirmesini istediğini yazıyor.

O günkü topraksız bir tarla işçisinin hayatının zorluk ve ıstırapla dolu olduğunu vurgulayarak… 

“Paçavralar içindeki ameleler, elleri su toplayana dek tüm gün çalışır. 

Sonrasında firavunun adamları gelir ve bu sefer de imparatorluğun zorunlu işlerinde çalıştırmak üzere onları alıp götürürler. 

Tüm bu çalışmanın karşılığında ödeme olarak sadece hastalık kapacaktır. 

Eve ölmeden dönmeyi başarsa bile vaziyeti perişandır. 

Toprak sahibi köylünün kaderi de talihsizliklerle doludur. 

Günlerini nehirden tarlaya kovalarla su taşıyarak geçirir. 
Ağır yükün altında omuzları çöker, boynu iltihaplı yaralarla kaplanır. 

Sabahları pırasaların olduğu tarlayı, öğleden sonraları hurmaları, akşamları kişnişleri sulaması gerekir. 

Sonunda düşer ve ölür…”

Tasvir biraz üzücü olsa da o günkü yaşamın zorluklarını anlatması açısından önemli.

Çünkü Firavunlar zamanında Mısır, döneminin en güçlü krallığıyken, basit bir köylü için bunun karşılığı sadece bulabilirse bir parça ekmek, vergiler ve zorunlu çalışma süreleri idi...

***

Bunlar sadece o günkü Mısırlılara özgü sorunlar değildi. 

Hangi dinden hangi ırktan olursa olsun geçmiş yüzyıllarda soylu olmayan çoğu insanın kaderi buydu. 

Bazıları küçük bir toprak parçası üzerinde açlık dolu bir hayat mücadelesi verirken diğer bazıları ya bir firavun veya bir kral mezarı inşaatında ömür tüketir; bazısı bir lejyoner ordusunda bir imparatorun şanını yüceltmek için savaşırken canını yitirirdi.

Veya daha talihsiz ise ön saflarda çarpışırken bir kılıç darbesi ile bir kolunu ya da bacağını kaybedip acılar içerisinde bir köşede ölümü beklerdi.

Kimisi de bir sultanın soyundan gelmiş olmanın avantajı ile sayısız nimetler içerisinde şaraplar içip savaş kölesi cariye kadınlarla cinsel hazlar yaşıyorken hayat tüketirdi…

***

Tarihin geçmiş karadeliklerinin yutmuş olduğu milyonlarca hayatın hikâyesi bugün onlardan çok farklı hayat biçimlerini yaşıyorken bizleri hüzünle selamlıyor.

Tarih kitaplarında o günlere ait anlatılanlar nezdimizde modern bir yüzyılda doğmuş olmanın şükrü bilinciyle şükrettiriyor olsa da; 21.yüzyılda dahi ortalama insan hayatı yeryüzünün kimi coğrafyalarında hala eski avcı-toplayıcı atalarımızdan bile çok daha kötü renklerle çiziliyor. 

Dünyanın azgelişmiş ya da diğer ifade ile küresel güçler tarafından sömürülmüş, doğal kaynakları talan edilmiş, ülkelerinde kendi iradeleri dışında hayatlara mahkûm edilen insanlık; geçinebilmek, hayatta kalabilmek ve nefes alabilmek için kimi zaman eski avcı-toplayıcı atalarından çok daha uzun süre çalışmak zorunda.

Bugün azgelişmiş bir ülkede fakir bir ailenin çocuğu olarak doğmak aslında iki bin yıl öncesinin antik Mısır ya da Roma’sında yaşamaktan çok ta farklı arzlar sunmuyor çoğu insana…

Hayata tutunabilmenin zorlukları bugün de çoğu defa o günlerden pek te farklı değil.

Günümüzde milyonlarca işçi pislik içindeki bir fabrikada on- on iki saat kan ter içerisinde 
karın tokluğuna bir yaşamın kıyısında ömür tüketiyor.

Mesai bitimi sıkış tıkış bir gecekonduda yere serilmiş şiltelerde biri birine sarılıp ısınmaya çalışarak ya da en iyi ihtimalle eski bir apartman dairesinde TV karşısında aşk dizileri izleyerek gecelemeye mahkûm yaşıyor. 

Ailenin bazı fertleri bir markette on saat kasiyerlik yaparak yine aynı daireye uyumaya giderken kiracı değilse eğer, kendisini pek bir şanslı sayıyor.

Bir dinin mensubu,

Bir mezhebin tabisi, 

Zorunlu bir kaderin cenneti düşleyen banisi olarak…  

Gayrı İslami şirk sistemlerinin gönüllü bir muhafazakârı,

Ve Karun kadar zengin yöneticilerine duacı olarak… 

Tanrı görünümlü putlara minnet hissi ile…

Selam ve dua ile…
 

Yazarın Diğer Yazıları