Enes Tarım

Hanif olmak

Enes Tarım

 “Hay Bin Yakzan” 12. yüzyılda Endülüslü filozof ve bilim adamı “İbn Tufeyl” tarafından yazılan felsefi bir roman. 

Kitap ıssız bir adada tek başına büyüyen Hay’ın gerçeği arama çabasını ele alıyor. 

O, tabiatla baş başa her türlü dış etkiden uzak bir ortamda insanlardan habersiz olduğu bir adada kâinatı, yaratılışı, hakikati özümseyerek yaratıcıya ulaşır. 

Sonrasında uzun yıllar sonunda bir sandalla adaya gelen Absal ile karşılaşır. 

Absal, malını mülkünü satıp yoksullara dağıttıktan sonra tefekkür için Hay’ın bulunduğu ıssız adaya gelerek yalnız yaşamak isteyen bir insandır. 

Absal ve Hay kısa süre içinde yakınlaşır ve kaynaşırlar. 

Hay uzun tefekkürlerden sonra Absal’ın yaşadığı şehre gidip insanlara hakikatin bilgisini anlatmayı teklif eder. 

Absal bunu boş bir hayal diye nitelese de arkadaşını kırmaz ve birlikte şehre, diğer insanların içine dönerler.

Başlangıçta çok iyi karşılanırlar ve Hay, vakıf olduğu gerçekleri onlara anlatmaya başlar. 

İnsanlar önce ilgi duyar şaşırır takdir eder. 

Ancak sonra yadırgar ve o tebliğe devam ettikçe ters düşmeye başlarlar. 

Hatta iş o noktaya varır ki o ne anlatıyorsa tersini yapmaya başlarlar. 

Bir süre sonra Hay beyhude bir çabanın peşinde olduğunu anlar ve vazgeçer. 

Bazı hakikatlerin topluma aktarılmasının imkânsızlığı hükmünü çıkarır. 

Peygamberlerin sünneti üzerinden nasihatlerde bulunup Absal ile birlikte adaya geri dönerler…”

***

Hay bin Yakzan hikâyesi bize birkaç mesaj vermek ister. 

İlki, kendi başımıza kaldığımızda, hiçbir eğitim ve öğretim görmeksizin kâinatı inceleyerek hidayete erebilir, hakikati bulabiliriz. 

İkincisi ise gözlemleyerek, deneyerek ve düşünerek edindiğimiz bilgiler vahiyle çelişmez aksine teyit eder. 


Yani yalnızca akılla düşünerek dış müdahale olmaksızın bir yaratıcı olduğuna insanoğlu mutlaka ulaşır. Bazı eksik bilgilerle beraber olsa da… 

O halde bizi diğer canlılardan farklı kılan şey taşıdığımız ruhtur. 

Yaratıcının kendi ruhundan üflediği o ruh. (Hicr 29)

Bu ruh insana konuşmayı, işitmeyi, görmeyi ve akletmeyi bahşetti. 

Bu ruh düşünme ve bilgi üretme yeteneği vererek onu medeniyet kurma, bilgi üretebilmeye ve hakikatı keşfedebilme noktasına ulaştırdı. 

İnsanlık tarihi boyunca birer kazanım sayılan her fikrî ve felsefî akım, buluş ve medeniyet inşası Allah’ın insan fıtratına yüklediği özel yeteneklerin bir sonucudur.

İnsan ise bunu çoğu zaman fehmedemeyen, tuğyan edip şımararak birer müstebit olmayı tercih eden bir zavallı… 

Yeteneği ve özgür iradesi onu kulluğa sevk edecekken çoğu kez müstağni olmaya ve eşler koşmaya sürükler devamlı. 

Diğer canlılardan farklı olduğunu; onların sadece hayatta kalıp türlerini devam ettirebilmek amacı ile yüklenen kodlarla yaratılırken, kendisinin sorumlulukları olduğunu, yeryüzünün imarı ve bir medeniyet inşası için yaratıldığını fehmedemez. 

Tarih boyu tüm elçilerin gönderiliş amacının kendisine kulluğu yani fıtratını hatırlatmak olduğunu göremez.

***

Fıtrat; “yarmak, ikiye ayırmak, yaratmak, icat etmek” demek olup İslami ıstılahta “yaratılış, doğuştan belli bir yetenek ve yetkinliğe sahip oluş” anlamında kullanılmakta.  

Elmalılı Hamdi Yazır fıtratı yaratılışın orijinal hali olarak değerlendirir. Yani tüm insanların müştereken sahip oldukları bir yaratılış özelliği... 

Diğer bir ifade ile insanın doğuştan Allah’ı tanıma ve bilmeye kabiliyetli yaratılması.

Dış tesirden uzak kaldığında Allah’ın rububiyetini kabul etme dürtüsü… 

Kendi nefsi ile baş başa kaldığında tevhitten başka bir inancı kabul etmeme yetisi…

Haniflik içgüdüsü ve bilme yeteneği…

“Kendilerini kimin yarattığını sorsan “Allah” diyeceklerdir…” (Zuhruf 87) ayeti insanın kalbine Allah’ı bilme yetisinin yerleştirildiğinin bir ifadesi aslında. 

Selam ve dua ile…

Yazarın Diğer Yazıları