Enes Tarım

Bektaş bilge bir kişidir 1

Enes Tarım

Anadolu'ya göç ettiklerinde Türkmenlerden az bir kesim yerleşik hayatı tercih ederken geneli, göçebeliği terk etmeyerek yaylak-kışlak hayatı devam ettirdi. 

Yerleşik hayata geçip ziraat ile meşgul olanlar "Türk" diye isimlendirilirken; “Türkmen” adı da Anadolu'da konar-göçerlik ile eş anlamlı olarak kullanıldı.

Türkistan’dan, önce İran’a, sonra Azerbaycan ve Doğu Anadolu topraklarına gelmiş olan ve sayıları 2 milyona yaklaşan Türkmenler, çok kalabalık olmaları nedeniyle yer bulma sıkıntısı çekmiş ve geldikleri Anadolu topraklarını kendileri için kolayca fethedilebilecek ve daha iyi yaşama imkânları temin edilebilecek bir coğrafya olarak görmüşlerdi.

Böylece Anadolu’nun Türkleşme ve İslamlaşma dönemi başladı ve bu süreç birkaç asır sürdü.

***    

Selçuklu yönetiminin kendi ırkdaşları olan Türkmenlere kayıtsız ve ilgisiz davranması ve onları devlet hizmetlerinden uzak tutması, Türkmenleri daima muhalif bir güç kıldı.

Geleneksel yapılarını koruma hususunda çok hassas davranmaları dışa kapalı sosyal bir yapının oluşmasında ve böylece de eski inanç ve geleneklerin devam ettirilmesinde önemli bir etkendi. 

Anadolu topraklarına yerleşen Türkmenler Selçuklu devlet yönetiminin bu göçebe yerleşimcileri başından savmaya çalışması ve ilgisiz kalmayı tercihi göçebelerin dillerini kolayca anlayabildikleri derviş ve şeyhleri kendilerine önder olarak kabul etmeleri ve dini bilgilerini onlardan öğrenmelerini beraberinde getirdi.

Sonraları geleneksel göçebe kültürün bir devamı niteliğindeki, bir takım sema ve raks ayinleri icra eden bu şeyh ve dervişlere yönetim kadrosunun ilgi duymuş olması onları kontrol etme ihtiyacından kaynaklanmıştı.

Bu bağlamda Türklerin Horasan ve İran coğrafyasında bulunduklarında, büyük ölçüde İran, hatta kısmen Hint kültürünün tesirinde kalarak yayıldıkları hemen her bölgeye bu kültürlerin izlerini taşımış olmalarını irdelemek gerekir.

Özellikle Selçuklular zamanında Anadolu’da kentlerde yaşayan halk çoğunlukla sünnî anlayışa sahip iken; köylerde ve uç bölgelerde yaşayan Türkmenler şifahî ve geleneksel inanç yapısı taşımakta idiler. 

***

Moğol istilası ile birlikte farklı tarikatlara mensup şeyh ve dervişler, gerek emniyet açısından ve gerekse fikirlerini daha kolay yaymak maksadıyla Anadolu’yu kendileri için iyi bir ortam olarak tercih etmişlerdi.  

Dini müesseselerin şehirlerde olması, şehirli halkın, tabiatıyla daha yüksek bir din bilgisi ve kültürüne sahip olmasına; şehirlerden uzak bölgelerde yaşayanların ise, Türkmen şeyh ve dervişlerin etkisinde dini bilgileri zayıf ve inançları çoğunlukla geleneksel ananelere dayalı dini bir hayatı sürdürmesine yol açtı.

9. ve 10. yy da Türkistan’ı adım adım arşınlayan babalar, atalar, şaman dedeler, menkıbeler, nasihatler anlatarak halk üzerinde sevgi ve saygı kazanarak uzun süren yolculuklar sonunda Anadolu’ya ulaşmışlardı. Bunlar Anadolu’da, dede, baba, abdal ve gazi gibi ad ve unvanlarla Orta Asya’daki misyonlarını sürdürmek için dergahlar açtılar. 

İşte Mevlanalar, Hacı Bektaş Velî’ler, Ahî Evran’lar, Abdal Musa’lar, Sarı Saltık’lar, Taptuk Emre’ler, Yunus Emre’ler bu misyonun Anadolu’daki kollarıdır.

Farklı kıyafetleri, ağızlarda dolaşan kerametleri ve sade yaşayışlarıyla Türkmen babaları, anlayacakları bir dille, eski Türk ananeleriyle karışık bir şekilde İslamiyeti anlatıyorlardı. 

Bu yüzden Türkmen halk kitleleri onların vaazlarını heyecanla dinliyor, söylediklerini uyguluyordu.

Anadolu'ya çeşitli sebeplerle gelerek yerleşen şeyh ve dervişler, burada çok yönlü faaliyetlerde bulunarak, hem Anadolu'nun İslamlaşmasına hem de halkın dini duygularının sürekli canlı tutulmasını sağlayarak onların iyi, dürüst ve ahlak sahibi birer vatandaş olmasına katkıda bulunmuşlardır. 

Ve böyle bir ortamda göçebeler arasındaki dini hayat, daha çok eski Türk inanışlarındaki ozanları çağrıştıran babalar vasıtasıyla, şehirlerde yaşanandan farklı olarak, daha basit, sade ve daha çok menkıbelere dayalı, tasavvuf yönü ağır basan bir anlayış biçimiyle yaygınlaştı.

Türkmen boyları hem eski atalarından kalma bir takım geleneksel sözlü inançları da İslam’la beraber bünyelerine taşıdılar. 

Sazlı-sözlü şölenleri devam ettirmiş ve namaz, oruç, hac gibi göçebe hayatı ile birlikte ifa edilmesi zor ibadetler, Türkmenlerin ilgisini fazla çekmemişti. 

Onlar daha çok din büyükleri olarak bildikleri baba ve dedeler tarafından telkin edilen eski geleneklerine de uygun olan sade bir İslâm anlayışını kendilerine daha yakın bulmuşlardı.

Kendilerine ilahiler, şiirler okuyarak nasihatte bulunan bu şeyhleri eskiden kutsallık verdikleri ozanlara benzetmişler ve onların söylediklerine tabi olmuşlardı.

***

O halde Anadolu’daki İslamlaşmayı medrese ekolü ve tekke/ tarikat ekolü olmak üzere iki grupta değerlendirmek gerek. 

Medrese âlimleri Ehli Sünnet inancına bağlı kalırken tarikat ve tekke mensupları ise daha çok mistik düşüncelere bağlı kaldılar.

Neticede Anadolu Selçukluları Sünni İslam anlayışını bir devlet politikası olarak savunurken, Türkmenler ise Müslüman olmadan önceki inanç ve geleneklerin bir kısmını da bünyelerinde taşıyamaya devam ederek zahirî bir İslâm anlayışına tâbi oldular.

Bu anlayış farklılığı sonraki dönemlerde de devam etmiş; kentlerde sufilik karışımı bir Hanefilik göze çarparken; Türkmenler, kendilerine karışık ve sıkıntılı gelen fakihlerin vaazlarından çok eski “kam” ve “ozan”ları andıran sufi önderlere itibar etmişlerdir. 

Ve sonuçta Anadolu’da resmî Sünni din anlayışı dışında farklı bir Müslümanlık anlayışı oluşmuştur.

Yine ağır vergiler ve kimi devlet yöneticilerinin Türkmenlere kötü davranmaları Türkmenlerle Selçuklu yönetimi arasında bir mücadelenin oluşmasına da zemin hazırlamıştır. 

Bu da neticede Türkmenlerin Selçuklu yönetimine karşı bazı isyan girişimlerinin de sebebidir.

Selçuklu yönetimi ise zor kullanışını meşrulaştırmak için bunlara “Rafîzî” gibi bir takım sünnilik dışı isnatlarda bulunurken; isyana katılan Türkmenler de zaten Sünniliği kabul etmeyen bir İslam anlayışına tabi idiler.

Devam edecek inş…

Yazarın Diğer Yazıları