Ali Yiğit

CAMİ MERKEZLİ MAHALLE..

Ali Yiğit

Şimdi hep sorguluyoruz...

Gençlik elden gidiyor...

Komşuluk bitti...

Mahallenin ipini çektik..

İnsanlarda şükür unutuldu..

Karz-ı hasenin yerini krediler aldı..

İhtiyaca göre değil de hevese dayalı borçlanma yüzünden bunalım yaşanıyor..

Öğrenci öğretmenini  gözünü kırpmadan öldürüyor..

Öğretmen öğrencisine tacizde bulunuyor...

Allah'ın sözünü dinlemeyen evin reisi, kendi sözünü dinlemeyen oğluna kızına  bağırıp çağırıyor..

Moderniteyle birlikte maneviyatımızı hatırlatan değerleri hayatın dışına çıkarttık..

Yani gözden uzak eyledik..

Mahalle mezarlıkları şehir mezarlıklarına, camiler gökdelenlerin arasında kayboldu.. Minareler gözükmez, ezanlar duyulmaz oldu..

Her şehrin bir ruhu vardır ve o şehrin ruhu insan kimliğine ve yaşantısına sirayet eder..

Dışarı çıktığınızda sizi ilk karşılayan AVM'ler lüks mağazalar, kafeteryalar, eğlence merkezleri, teknolojik yenilikler  vs..

Sizi maneviyata sürükleyecek, tefekküre yöneltecek  değerler gözden uzaklara atıldı..

Yavuz Bahadıroğlu ne güzel anlatmış...

Eskiden, kıbleye dönük evlerden oluşan “mahalle”lerde “Kıble Yürekli insanlar” yaşardı. 

Çünkü mahalleler camilerin etrafında kurulurdu.

Yani hayatın merkezinde “beytullah” yer alırdı.

Bu çerçevede eski hayatımızı hayal edin: Merkezde (Mahallenin yani hayatın merkezinde) cephesi kıbleye dönük bir cami, camiin yanında, “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” buyruğu istikametinde yaşamanın gereği olarak mutlaka bir (veya birkaç) mektep, mektebin yanına “temizlik imandan gelir” anlayışının ürünü olarak hamam, “infak” (yardımlaşma)ahlâkının yansıması olarak imaret ve misafirhâne inşa edilir, evler bu sistemin çevresini sarardı...

Daha doğrusu evler içindekilerle birlikte bu cami ve yardımlaşma eksenli sisteme sarılırlardı.

Böylece “cami” merkezli mahalleler oluşurdu.

Aynı mahalleden olmak, akrabalıktan daha öte bir yakınlık sebebiydi. Bu bağlamda “mahalleli” birbirini gözetir, sever ve sayardı. Kısacası merkezinde “Beytullah” olan mahallelerde oturanların hem yüreğinde, hem de gündeminde “Beytullah” olurdu.

Osmanlı’nın “mahalle” dediği küçük hayat alanları “cevher insan” üretiminin merkezleriydi. Bu küçük yerleşim birimlerinde, herkes bir birini yakından tanıdığından, çocukların “tanıdık biri görmeden yaramazlık yapma” ihtimalleri son derece azdı.

Kısacası, eskiden bir “mahallemiz” vardı. Mahalleler “cami, mektep, aile” üçgeninde oluşurdu.

Evler bahçe içinde müstakil yapılardı. Çocuklar bahçede özgürce oynarken, hayvanlar ve bitkilerle tanışır, onlarla dostluklar kurar, çevresini paylaşmayı ve çevresiyle barışmayı yaşayarak öğrenirdi. (“Topraktan geldik toprağa döneceğiz” anlayışı, insanı toprağa ve ürettiği her şeye karşı saygılı olmaya çağıran müthiş bir motivasyondu).

Bağımsız evlerin yerini çok katlı “apartman”lar aldığından bu yana, aileler bahçesiz küçük mekânlara tıkıştı. “Apartman”ın yüksekliği ölçüsünde insan topraktan ve toprakta üreyen her şeyden koptu. Zaman içinde toprakla aralarındaki sevgi bağı da yok oldu. Sonuçta insan çevreye “düşman” olup yeşile savaş açtı. (Villa yapmak ya da tarla açmak için orman yakan insanlara dönüştük. Her şey bir birine o kadar bağlı ki, bir anlamda insan kendi kendisiyle zıtlaşıp savaşıyor).

Eski evler birbirlerinden bağımsız olduğu için, bir birlerinin üzerine halı-kilim silkme, ya da gürültü yapma derdi olmayan komşular rahatça dostluklar kurulabiliyorlardı.

Bir başka deyişle, eski evlerin kapı ve pencereleri komşuluğa açılırdı.

Yazarın Diğer Yazıları