İbrahim Gezer gönülleri fethetti
Bilgi Yolu Eğitim, Kültür ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (BİLSAM) eski Başkanı Prof. Dr. İbrahim Gezer, 'İslam Medeniyeti, Dünya'ya çoğulculuğun ve farklılıkların nasıl yönetileceğini göstermenin yanı sıra tarihin en insani, en çoğulcu ve en çok değer üreten medeniyetine imzasını atmıştır' dedi.
Ankara'da faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının davetlisi olarak Başkent Ankara'ya gelen İbrahim Gezer, Hamamönü söyleşileri kapsamında Başkentlilere hitabetti. Dertsiz insanın topluma yük olduğunu ifade eden Gezer, birlik ve beraberliğin sağlanması halinde o yükü çekmekten erinmeyenler mutlaka refah ve huzura kavuşacaklarını söyledi. Bilimsel ve sosyal çalışmaları ile tanınan İbrahim Gezer, " İslam Medeniyeti, Dünya'ya çoğulculuğun ve farklılıkların nasıl yönetileceğini göstermenin yanı sıra tarihin en insani, en çoğulcu ve en çok değer üreten medeniyetine imzasını atmıştır" dedi.
Ankara Meclisi Derneği öncülüğünde yapılan program, Milli İttifak Hareketi Platformu, Ankara ve Çevresi Dernekler Federasyonu ile Dünya ve Anadolu Dernekler Federasyonu'nun katılımı ile yapıldı. Organizasyonun ilk başlangıç noktasında, Aşık Sevdai'nin sazı ve sözü yer aldı. Toplantının yönetimini ise, MHP 21.Dönem Afyon Milletvekili Müjdat Kayayerli yaptı. Açış konuşmasını Bayındırlık Eski Bakanı Cengiz Altınkaya yaptı. Bu arada Prof. Dr. İbrahim Gezer'in yaptığı konuşma dinleyicileri mest etti.
Burada konuşan Prof. Dr. İbrahim Gezer konuşmasında şunları söyledi:
“Bundan yaklaşık 1400 yıl önce Arabistan yarımadasının Mekke Şehri yakınlarında Hira Dağı'nda bir insan, dağların ve taşların bile üstlenmekten çekindiği büyük bir sorumluluğu üstlenmişti. “Oku” denilmişti O'na ve O da yaratan Rabbinin adıyla okumaya başlamıştı. O andan itibaren artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
İSLAM TARİHTE BİLME, KÜLTÜRE, SANAT VE MEDENİYETE BÜYÜK ÖNEM VERDİ
Nitekim öyle de oldu ve İslam, tarihte en kısa sürede en fazla etkiye yol açan bir mesaj, bir din, bir disiplin ve bir medeniyet olarak ortaya çıktı. Yüzlerce yıl boyunca bilim, kültür, sanat ve medeniyet adına ne üretildiyse neredeyse tamamına yakını Müslümanlar tarafından üretildi. Dünyanın en güzel şehirleri Müslümanlar tarafından kuruldu, Dünya'nın en büyük kütüphaneleri İslam şehirlerini süsledi.
Dünya Müslümanlar eliyle bilim, kültür, sanat, matematik, fizik, astronomi, tıp ve daha birçok alanda yeni açılımlara sahne oldu. Öyle ki bir batılı tarihçinin ifadesiyle, “Eğer 1000'li yıllarda Nobel Bilim Ödülleri veriliyor olsaydı, ödüllerin tamamına yakını Müslüman bilginlere giderdi”. Çünkü Kur'an, o zamanlar, Müslümanların sadece duygularını ateşlemiyor, aklını, ruhunu, zihnini ve entelektüel kapasitesini de harekete geçiriyordu.
İlk 20-30 yıl içinde Roma ve Bizans'ın bölgedeki bütün ilim ve kültür merkezleri Müslümanların eline geçti. Hint, Mısır, Çin ve Yunan Medeniyetlerinin bütün birikimi İslam dünyasına taşındı. 100 yıl süren resepsiyon ve asimilasyon sürecinden sonra yaklaşık 500 yıl süren telif dönemine girildi. C. Meriç'in ifadesiyle “Batı katedrallerde şarkılar mırıldanırken, Müslüman doğu büyük bir medeniyet inşa ediyordu”.
İslam medeniyetinin sınırları 632'de yani daha Hz. Peygamberin sağlığında Türkiye'nin üç katı büyüklüğe ulaştı. Onun irtihalinden sonra ise İslam coğrafyasının sınırları 634'de Suriye'ye, 635'de Anadolu'nun güney sınırlarına, 637'de Irak'a, 641'de Mısır'a, 642'de İran'a, 649'da Kıbrıs'a, 652'de Sicilya sahillerine, 676'da Semerkant'a, 710'da ise İspanya'ya dayandı. 674 ve 678'de olmak üzere İstanbul iki kez kuşatıldı. İslam ordusu, peygamberden sonraki 40 yıl içinde dönemin en büyük askeri ve deniz gücüne dönüştü. İlk 40 yıl içinde bir taraftan İstanbul, diğer taraftan da Avrupa'nın kapılarına dayandı.
Diğer medeniyetlerin aksine, İslam medeniyeti çoğulcu bir medeniyet olarak ortaya çıkmıştı. Kuruluşunda, başta rol alan Müslümanların yanı sıra, Müslüman olmayan birçok unsur da sorumluluk üstlenmişti.
Bundan daha 50-60 yıl öncesine kadar bugünün özgürlükçü geçinen bazı ülkelerinde safkan ırk arayışları sürerken, siyah ve beyaz insanlar aynı otobüste seyahat edemez, aynı lokantalarda yemek yiyemezken, İslam yüzyıllar öncesinden bu sorunu kökünden çözmüş; insanları bir tarağın dişleri gibi eşit kabul etmiş; onları ya dinde kardeş ya insanlıkta eş olarak görmüş; renklerinin ve dillerinin farklılığını sadece ve sadece bir tanışma aracına indirgemişti. İslam Medeniyeti, Dünya'ya çoğulculuğun ve farklılıkların nasıl yönetileceğini göstermenin yanı sıra tarihin en insani, en çoğulcu ve en çok değer üreten medeniyetine imzasını atmıştı.
Fakat gün geldi, köprünün altından çok sular aktı ve sonunda rahmetli C. Meriç'in ifadesiyle “Bir aslan medeniyeti, bir tilki uygarlığına yenik düştü”. Zira İslam coğrafyası olarak bilimden kopmuş ve Allah'ın bize bahşettiği akıl ve irade nimetini unutmaya başlamıştık.
BUGÜNKÜ DURUMUMUZ VE DÜNYA ÜNİVERSİTELER ARASINDAKİ KONUMUMUZ
Bugün, İslam dünyasının eğitim ortalaması diğer dünyanın neredeyse yarısı kadardır, dünya nüfusunun %24'ünü oluşturmamıza rağmen GSYH'nın ve ihracatın %8'ini karşılıyoruz. Bunun da üçte ikisi petrolden oluşuyor. Petrol gelirlerinin yarısı silahlanmaya gidiyor. Dünya ileri teknoloji ihracatındaki payımız %1'in altında. Dünyadaki ilk 500 üniversite, 500 küresel marka ve 500 yüksek teknoloji firması arasında neredeyse tek bir temsilcimiz yok gibi. Mevcut tek tük örnekler ise kendi dinamiklerimizden ziyade farklı dinamiklerle var olan örnekler.
Coğrafyamız, dünyada en fazla mülteci veren coğrafyadır. Her yıl on binlerce insanımız ülkelerindeki zalim diktatörler yüzünden ölümleri pahasına kendilerini Batı ülkelerine atmaya çalışıyorlar. Sadece 2015 yılında 1 milyonu aşkın mülteci Akdeniz'i aşarak Avrupa ülkelerine sığındı. Tabii binlercesinin ölümü pahasına…
En çok beyin göçü bizim coğrafyamızda yaşanıyor. Ülkemiz de dâhil coğrafyamız, kabiliyetli insanlarına iş dünyası ve siyasette eşit fırsatlar sunamıyor. Dünya Ekonomik Forum'u tarafından yapılan bir araştırmada, incelenen 38 İslam ülkesinden sadece 11'i kendi ülkesindeki kabiliyetli insanlara iş dünyası ve siyasette nispeten eşit fırsatlar sunabiliyor. Bu 11 ülke arasında maalesef kendi ülkemiz bulunmuyor.
Bilim, kültür, sanat ve estetik üretemediğimiz için hayatımız katı, renksiz ve şiddet dolu. Bu marazlar, katı ideolojileri besliyor katı ideolojiler de bilim, kültür, sanat ve estetik üretmemizi iyice imkânsız hale getiriyor. Sebepler sonuçları, sonuçlar da sebepleri besliyor. Yaklaşık 120 yıllık Nobel tarihinde sadece üç insanımız bilim ödülü alabilmiş, fakat bunların üçü de başka ülkelerin laboratuvarlarından ve imkânlarından yararlanmışlar.
İslam dünyası olarak dinamiklerimizi ve potansiyelimizi harekete geçirmekte zorlanıyoruz. Medine sözleşmesine bakınca, İslam düşüncesinin “demokrasi ötesi” bir model geliştirme potansiyeline sahip olduğunu görüyor, fakat bunu ortaya çıkaramıyoruz. İslam'ın adalet, ehliyet ve meşveret ilkelerine bakınca bu topraklarda hanedanlığın, saltanatın, sultanlığın, otoriterliğin olmaması gerektiğini düşünüyor, fakat bunların oluşmasına engel olamıyoruz, daha kötüsü kendi ellerimizle oluşturuyoruz. Durumumuz tam da M. A. Ersoy ve Ziya Paşa merhumların anlattıkları gibi…
Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım (M. A. Ersoy).
Gezdim diyarı küfrü hep beldeler, kâşaneler gördüm.
Dolaştım mülkü İslam'ı hep viraneler gördüm (Ziya Paşa).
Bu gidişi durdurmak ve tersine çevirmek bir yana, henüz durumu doğru tespitten bile uzağız. Bugün İslam dünyasının durumu, büyük bir meydanda (agora) toplanmış, akacağı mecrayı bulamayan, gideceği yeri/yönü kestiremeyen milyonlarca insandan oluşmuş bir topluluğun halini andırıyor. Müthiş bir enerji var, ancak bu enerji doğru mecralara akıtılamadığı için içten içe çürüyor ve çürütüyor. Bir şeyler yapmak adına yola çıkanların kahir ekseriyeti ise bu kalabalığın akacağı mecralar oluşturmak, yeni modeller, sistemler, ekoller, yaklaşımlar geliştirmek yerine işin kolayına kaçıp bu kalabalığın sayısını daha da artırmaya yönelik çalışmalara odaklanıyor.
COĞRAFYAMIZ, BİR HAYLİ ZAMANDIR ACININ, AĞITIN, YASIN, TESELLİNİN COĞRAFYASINA DÖNÜŞTÜ
• İslam dünyası olarak yakın sayılacak bir zamana kadar bilim, teknoloji ve zenginlikte iyi olamasak da “Onların bilim ve teknolojisi varsa bizim de değerlerimiz var.” diyerek değerlerimizle övünürdük. Bugün değer üretimi ve değerlerimize uygun yaşama anlamında da dibe vurmuş görünüyoruz. (islamicity-index.org/wp/.).
Coğrafyamız yüzlerce yıldır kriz, kaos ve çatışmalarla meşgul. Coğrafyamız epey zamandır acının, ağıtın, yasın, tesellinin ve gözyaşının coğrafyasına dönüşmüş durumda... En kötüsü ise, bunun sebeplerini anlayabilecek bir entelektüel devinimden yoksun olmamız. Bu yüzden birey ve toplum olarak varoluşsal amaçlarımız üzerine kafa yoramıyor, daha iyi bir dünya nasıl kurulur sorusunu gündemimize bile alamıyoruz. Bunu yapamadığımız için de yüzlerce yıldır yaşadığımız bütün trajedilerin temelinde, bir türlü adaleti, özgürlüğü ve çoğulculuğu esas alan bir siyasal ve ekonomik sistem kuramamış olmamızın yattığını göremiyoruz.
Sonuç olarak Hz. Peygamber'in yaklaşık 1400 yıl önce Hira dağından inerek başlattığı devrimci süreç, maalesef mantıksal sonuçlarına ulaşamadan İslam dünyası önce duraklamaya başlamış ve son birkaç yüzyıldır da neredeyse tamamen durmuştur. D. Shayagan'ın ifadesiyle adeta Selimiye'yi yapmış sonra da onun gölgesinde uyuvermiştik…
Coğrafya olarak, her açıdan yeni bir muhasebe ve inşa sürecine ihtiyacımız olduğu çok açık. Her açıdan yeni bir tasavvura ihtiyaç var. Bu tasavvur, her şeyden önce, mevcut şartları, bu noktaya nereden ve nasıl geldiğimizin analizini ve buradan çıkışın yol haritasını, misyon, vizyon ve ilkelerini içermelidir.
Coğrafya olarak yüzlerce yıldan beri yaşadığımız trajedinin ana sebebinin ne olduğu sorusu, bütün yakıcılığıyla önem ve geçerliliğini korumaktadır. Kanaatimiz odur ki bu sorunun cevabı; coğrafya insanının “özne” karakterini terk etmesi, toplumların siyasal iradesine sahip çıkamaması, yöneticilerin hırslarını sınırlayacak bir mekanizmanın kurulamaması ve coğrafyamızda kök salmış şahlık, sultanlık, krallık ve tek adamlık gibi insan onuruna aykırı rejimlerle hesaplaşmanın bir yolunun bulunamamasıyla yakından ilgilidir.
KOZMOLOJİK DEVRİMDEN DEMOKRATİK DEVRİME…
Ünlü Alman düşünür Goethe, asıl işi piskopos danışmanlığı olan Polonyalı bilim insanı Kopernik'in (1473-1543) evrenle ilgili keşfi hakkında, “Bütün keşifler ve fikirler arasında hiçbiri insan zihni üzerinde Kopernik'in ki kadar etkili olmamıştır” tespitinde bulunur. Kopernik'in yaptığı şey, yaklaşık 2000 yıldır doğru bilinen bir yanlışı düzeltmekti. Fakat bunun ötesinde etkilere yol açmıştı.
Pisagor, Thales, Aristo ve Batlamyus gibi bazı bilginlere göre dünyamız sabit, hareketsiz, durgun bir kitleden ibaretti. Bu kitle, evrenin merkezinde bulunmakta ve güneş de dâhil bütün yıldızlar onun etrafında dönmekteydi. Bu teorinin insanın egosunu okşayan bir yanı vardı. Öyle ya insanoğlu evrenin merkezindeydi ve her şey onun etrafında dönüyordu. Kısacası her şey insan içindi.
Fakat Kopernik yeni bir teori ortaya attı. Üstelik bunu teleskopun icadından 100 sene önce basit bazı el aletleri kullanarak yapmıştı. Bu teoriye göre “Dünya sabit değildi ve günde bir kez kendi etrafında, yılda bir kez de güneşin etrafında dönmekteydi”. Kopernik, bu keşfini dünyaya sunmadan önce 30 yıl beklemişti. İyice emin olmak istiyordu. Zira tepkilerden çekiniyordu.
1510'da Kopernik çalışmasını yayınladığında yoğun tepkilerle karşılaştı. Hatta çalışmanın basıldığı matbaa üniversite öğrencilerinin saldırısına uğramış, matbaacılar işi bitirmek için barikat kurmak zorunda kalmışlardı.
Kopernik'in hararetli bir taraftarı olan Bruno (1548-1600) daha dailerigittive uzayın sınırsız olduğunu, güneşin ve gezegenlerin pek çok sistemden sadece biri olduğunu ileri sürdü. Bu keşfi Bruno'ya pahalıya mal oldu. Engizisyon Mahkemesi Bruno'yu muhakeme etti ve sekiz yıl süren mahkemenin sonunda canlı canlı yakılarak öldürülmesine karar verdi. Bruno, 1600 yılında bugün anıtının olduğu meydanda direğe bağlanarak yakıldı.
Bütün bunlara rağmen artık Pandora'nın kutusu açılmış, cin lambadan çıkmıştı, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Kilise tarafından resmi görüş olarak kabul edilen “Dünya Merkezli Evren” tasavvurunun sonunun getirilmesi, dünya evren ilişkilerinde bir kozmolojik devrime yol açmıştı, tarih boyunca insan zihnini en fazla etkileyen olaylardan biri olan ve evrendeki hiyerarşik ilişkiyi altüst eden bu devrim, dünyada da insanlar arası hiyerarşinin sorgulanmasına yol açmıştı. Bu sorgulama iki boyutlu gerçekleşiyordu. Bunlardan biri insan ile diğer varlıklar arası hiyerarşi, diğeri ise insanlar arası hiyerarşi.
Kopernik öncesi evrende, nasıl ki, dünya merkezde ve bütün gezegenler onun etrafında dönüyorsa, dünyada da her şey insan merkezliydi ve ona göre tanımlanmaktaydı. İnsanlar arasında ise aristokratik bir ilişki söz konusuydu. Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcileri kabul edilen kral ve papa ile ondan aşağıya doğru sıralanan diğer insanlar ve canlılar...
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Kopernik Devrimi, hiyerarşi üzerine kurulu ideolojik yanılsamadan ve dogmatik inançlardan uzaklaşıp her anlamda eşit ve etik bir Dünya'ya adım atmak anlamında büyük bir öneme sahipti. Bu devrim, sadece Dünya'nın evren içinde mütevazı konumuna çekilmesine yol açmamış, aynı zamanda Dünya'da da eşitlik arayışlarını hızlandırmıştı. Öyle ya! Dünya, evrenin efendisi değilse; insan da diğer canlıların efendisi değildi. Şah, sultan ve kralların diğer insanların efendisi olmadığı gibi… Kısacası, herkes yerini bilmeliydi!
Kilise, dünya merkezli evren tasavvurunu resmi görüşü haline getirerek, evren içinde Dünya'ya; “Tanrı, insanoğlunu, balıklar, kuşlar ve tüm yaratıklar üzerinde egemenlik kursun diye yaratmıştır” (Yaratılış Kitabı) görüşünü esas alarak da dünya içinde insana ayrıcalıklı bir yer tahsis etmişti. Kopernik devrimiyle birlikte, bu hiyerarşiyi reddeden ve eşitliği savunan arayışların yolu açılmış, kralların ve kilisenin otoritesi sorgulanmaya başlanmıştı.
Kopernik (1473-1543), Bruno (1548-1600), Kepler (1571-1630) ve Galile (1564-1642) gibi bilginleriyle “tepesi üstü” duran çarpık evren tasavvurunu tashih edip kendi ayakları üzerine durmasını sağlayan Batı; John Locke (1632-1704), Montesquieu (1689-1755), Rousseau (1712-1778) ve Voltaire (1694-1778) gibi cins kafalarıyla da despotik düzenlerin iç yüzünü deşifre etmiş ve onları kendi sınırlarına çekilmeye zorlayarak özellikle 18. yüzyıldan itibaren kendine yepyeni bir rota çizmiştir.
Sözgelimi, Avusturya, İtalya, Almanya, Hollanda ve İngiltere gibi ülkeleri gezen ve başta Roma olmak üzere çöken medeniyetlerin çöküş nedenlerini inceleyen Montesquieu, 1748'de yayınladığı başyapıtı “Kanunların Ruhu” kitabında bu çöküşlerin asıl sebebinin despotik rejimler olduğunu tespit eder. Zira böyle rejimlerde, başta yasalar olmak üzere, ilkeler, değerler, kişi ve kurumlar anlamını yitirmektedir.
Montesqueiu'nun, despotik yönetimlerin sebep olduğu yozlaşma ve çöküşten kurtulmanın yolu olarak önerdiği çözüm ise, başta “erkler ayrımı” olmak üzere “denge denetleme sistemleri” nin kurulmasıdır. “Her gücü kendi sınırları içinde tutabilecek bir düzenleyici güce ihtiyaç vardır” diyen Montesquieu'ya göre yasama, yürütme ve yargı erklerini bir şekilde birbirinden bağımsız tutmayı başaramayan toplumlar ve medeniyetler için önce yozlaşma, devamında ise çöküş kaçınılmazdır.
Sonuç olarak, bu süreçte ortaya çıkan toplum sözleşmesi, anayasal devlet, erklerin bağımsızlığı, insan hakları, çoğulculuk ve hümanizma arayışları yönetim etkinliğini daha eşitlikçi ve katılımcı bir vasata taşımış, insanlar arası ilişkilerde savaş yerine müzakere tekniğini öne çıkarmış ve adeta bir demokratik devrime yol açmıştır. Kozmolojik devrimin tetiklediği bir demokratik devrim…
Fakat batıda yaşanan bu gelişmeler, ne yazık ki, İslam coğrafyasında ve doğu toplumlarında bir karşılık bulamamıştır. Bizim coğrafya hala, dünyanın güneş etrafında değil, güneşin dünya etrafında döndüğüne inanılan bir coğrafyadır adeta. Böyle olunca da, nasıl ki evrende hala her şey dünyanın etrafında dönmeye devam ediyorsa, dünyanın içinde de her şey monarkların etrafında dönmeye devam ediyor. Dolayısıyla, bu coğrafyada ne kozmolojik bir devrim, ne de demokratik bir devrim gerçekleşmiştir henüz. Ne zaman gerçekleşeceğine dair bir işaret de gözükmemektedir.
İronik olan ise, “dünyanın yuvarlak olduğu” gerçeğinin Thales (M.Ö. 600) ve Pisagor (M.Ö. 500) tarafından 2000 yıl önce söylenmesine, Macellan (1480-1521) tarafından fiili olarak ispat edilmesine, Galile (1564-1642) tarafından teleskopla gözlemlenmesine rağmen, hem de aynı tarihlerde birçok Müslüman bilgin tarafından hala reddedilmesi ve Kur'an ayetlerinden yola çıkılarak dünyanın düz olduğunun ispatlanmaya çalışılmasıdır. Bu durum, İslam coğrafyasındaki ilk kopuşun bilime mesafeyle başladığına işaret eder. Kaldı ki dünyanın yuvarlaklığı meselesi, dönemlerinin bilimsel bilgi birikimini kullanan birçok Müslüman astronom tarafından da dile getirilmiştir. Sözgelimi Biruni, dünyanın yuvarlaklığı meselesinin ötesinde, dünyanın döndüğü gerçeğini tartışmış, ispatlayıp formulize edemese de Newton'dan yüzlerce yıl önce bütün cisimleri dünyanın merkezine doğru çeken bir gücün varlığından yani kütle çekiminden bahsetmiştir.
İslam coğrafyasında bilim ve felsefeye karşı benzer olumsuz yaklaşımların hala sürüyor olduğunu görmek ise ayrıca üzücüdür. Çok sayıda çalışması Türkçeye de kazandırılmış önemli düşünce insanlarımızdan Cevdet Said, Düşüncede Yenilenme adlı önemli eserinde gençlik yıllarında başından geçen bir olayı aktarır.
“Yıllar önce Arabistan'da iki yıl öğretmenlik yapmıştım. Zaman zaman İslami ve güncel meseleleri konuştuğumuz bir kadı vardı. Ezher mezunuydu. Kadı olarak mahkemede kimini öldürüyor, kimine mal taksim ediyor, kimini de ömür boyu hapse mahkûm ediyordu, yani yetki kendisindeydi… Bir sohbetimizde bir soruyla beni şaşırtmıştı. “Üstat, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü iddia eden inançsızlar hakkında ne düşünüyorsun, bunlar her gün güneşin bizim etrafımızda dönüp durduğunu görmüyorlar mı?” demişti. Verecek cevap bulamamıştım. Ne diyebilirdim ki, 2000 yıldır bilinen, 500 yıldır da ispatlı olan bir gerçeği, insanlar hakkında hayati kararlar veren bizim Kadı Efendi bilmiyordu. Alması gereken mesafe o kadar büyüktü ki! Bu yüzden “o inançsızlardan her şey beklenir” deyip soruyu savuşturmuştum.”
YENİ BİR YOL HARİTASINA DOĞRU: OYUNUN KURALLARINI BELİRLEMEK
Coğrafya insanı olarak kuralları konulmamış bir oyunun oyuncularıyız, hatta oyuncudan çok figüranlarıyız. Sorun şu ki, oyunun kurallarının olmayışının da, gerçek oyuncu değil figüran olduğumuzun da farkında değiliz. Sorunumuzun ne olduğunu teşhis dahi edebilmiş değiliz. Açıktır ki, teşhis olmadan tedavi olmaz.
“Umut, gerçeğin görüldüğü yerde ortaya çıkar”. (A. Müftüoğlu). Bu sözde de ifade edildiği gibi umitvar olmak sorunumuzun ne olduğunu anlamamıza, görmemize ve doğru teşhis etmemize bağlıdır.
Nasıl ki bir ağır hasta, hastalığının önce teşhisi, sonra da tedavisi için ülke içinden ve dışından bulabildiği en iyi uzmanlara ulaşmaya çalışıyorsa, bizlerin de yaşadığımız çürüme ve çözülmenin sebepleri hakkında coğrafyamızın ve dünyamızın en seçkin filozofları, entelektüelleri, aydınları ve düşünürlerine başvurarak, önce sorunumuzu teşhis, sonra da tedavi etmeye çalışmamız gerekir.
Yaşadığımız çürüme, çözülme, yoksulluk, cehalet, şiddet, terör ve darbelerin ana kaynağı olan “otoriter, merkeziyetçi ve ideolojik” devlet anlayışlarından nasıl kurtulacağımız ve bunların yerine adaletli, çoğulcu ve özgürlükçü bir siyasal ve ekonomik sistemi nasıl inşa edebileceğimiz meselesi en temel ve en yakıcı mesele olarak karşımızda durmaktadır. Bu sorunun çözümü, her şeyden önce, sorunun farkına varılmasına ve öncelikler arasına alınmasına bağlı olacaktır.
Ünlü siyaset sosyoloğu M. Duverger, “Siyasi Rejimler” adlı eserinde Durkheim'ın, kendisinin de katıldığını belirttiği aşağıdaki görüşüne yer verir.
“Sağlıklı cemiyetler, siyasi meselelerle meşgul olmazlar. Zira bu meseleleri çoktan halletmişlerdir. Ama bir toplum hala siyasal sistem meselesini çözememiş ve bu yüzden kamplaşma yaşıyorsa, tereddütsüz o cemiyetin hasta olduğunu söyleyebiliriz”. Nietzsche ise, benzer bir yaklaşımı, “Bir ülkede bilim ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa, o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir.” sözüyle dile getirmiştir.
Bu tespitler, siyaset ve yönetim sorununu çözmüş ve sistemini kurmuş toplumlar için elbette doğru tespitlerdir. Zaten kuralları belli, adaletli ve katılımcı bir siyasal sistemin mevcut olduğu toplumlarda doğal olarak herkes kendi işine bakar. Sanatçı sanatıyla, bilim insanı bilimiyle, iş insanı da işiyle uğraşır. Fakat henüz bu başarılamamış ve yozlaşmış siyasal sistem kendisiyle birlikte her şeyi yozlaştırmaya devam ediyorsa oradaki insanların kendiişlerini yapmaları mümkün olmayacaktır.
Böylesi şartlarda doğru ve öncelikli olan herkesin, rutin işler dışında, enerjisini ülkede katılımcı ve çoğulcu bir siyasal sistem kurulmasına hasretmesidir. Zira bir toplum, “kim yönetecek” ve “nasıl yönetecek” sorularına anlamlı ve doğru cevaplar bulmadan ve yönetim sorununu çözmeden diğer sorunlarını çözemez.
Bu coğrafyada yaşanan bunca yoksulluğun, milyonlarca insanın akşam yatağına aç giriyor olmasının, özellikle kadınların ve çocukların yaşadığı çaresizliğin, her alanda yaşanan tarihten ve dünyadan kopmuşluğun, sık sık yaşanan iç çatışmaların, kutuplaştırma, ötekileştirme, şiddet, terör ve darbelerin, bunca zulüm ve işkencenin asıl sebebinin bu olduğunu görememek gerçekten çok acıdır.
Rahmetli C. Meriç'in ifadesiyle “bizim tarihimiz çobanın etrafındaki sürünün tarihidir”. Bütün yetki çobanın elindedir ve her şey onun nasıl biri olduğuna bağlıdır. Değişmesi işlerine gelmediği için işbaşına gelen bütün iktidarlar, bu toplumsal kültürü aynen korumaya çalışır, değiştirmeyi akıllarından bile geçirmezler. Aklından geçirenler ise insanlarla eşit olmayı ve sınırlı-süreli yönetimi içlerine sindiremedikleri için bir süre sonra bundan vazgeçerler.
Zira bizim coğrafyada iktidarlar, bir süreliğine ülkeyi yönetip gitmeye değil, bir fırsatını bulup iktidarı ele geçirmeye ve mümkünse ölünceye kadar orada kalmaya gelirler. Hatta imkân bulurlarsa Muaviye gibi ölümlerinden sonrasını da dizayn etmeye çalışırlar. Bunu mümkün kılmak için de yapmadıkları hile, işlemedikleri zulüm kalmaz.
ÇIKIŞIN TEK ADRESİ: DEMOKRATİK YÖNETİM İÇİN DEMOKRATİK MÜCADELE
Tüm bu sebeplerden dolayı, demokratikleşme meselesi, İslam dünyasının en temel meselesidir. Günümüz şartlarında bu sorunları aşmanın tek yolu demokratik yönetimdir. Zira mevcut durumda insanlığın adalet, eşitlik, özgürlük, katılımcılık ve çoğulculuk talebine karşılık verecek başka bir mekanizma mevcut değildir.
Elbette ki demokrasi, yönetsel doğru olarak ortaya çıkmış, tek ve en mükemmel model değildir. Muhtemeldir ki, insanlık daha iyilerini bulacaktır. Ancak kabul etmek gerekir ki mevcut durumda demokrasi; insanoğlunun adalet, özgürlük, barış ve kardeşlik arayışına cevap verme potansiyeli en yüksek yönetsel doğrudur.
Bugün, insanların şiddete başvurmadan konuşabilmesi, sorunlarını müzakere edebilmesi ve herkesin eşit bireyler olarak seçme ve seçilebilme hakkını kullanarak ülke yönetimine katılabilmesi, ancak gerçek bir demokrasiyle mümkün olabilmektedir. Demokratik olup da gelişmeyen ya da demokratik olmayıp da gelişen tek bir ülkenin olmaması bunun ispatıdır.
Demokrasi bir dini, ahlaki ya da bilimsel doğruya değil, sadece ve sadece yönetsel bir doğruya tekabül eder. Demokrasi, neredeyse tüm halkların tarihinde var olan, doğal toplumların doğal yönetim şeklidir. İnancımız tarafından önerilen “şura”dan başkası değildir. Bu yüzden, doğudan geldi diye saltanat gibi insan onuruna aykırı rejimlere sahip çıkıp, batıdan geldi diye mevcut şartlarda insan onuruna en uygun yönetsel mekanizma olan demokrasiye karşı çıkmak safdillikten başka bir şey değildir.
Demokrasi mücadele tarihi, kimilerince çarpıtıldığı gibi dinlere ve inançlara karşı verilen mücadelenin değil, tiranlara karşı verilen mücadelenin tarihidir. Bu anlamda demokrasiyi savunmak; tiranlara karşı meşruiyeti, rızayı, halkın iradesini, katılımı, paylaşmayı, eşitliği, adaleti ve özgürlüğü savunmaktır.
Bu yüzden eğitim, ekonomi, tarım, sanayi, dış politika vs. alanlardaki bütün sorunların sürdürülebilir çözümü öncelikle, birey ve toplumların siyasal iradelerine sahip çıkabilmesine bağlıdır. Zira kendi siyasal iradesine sahip çıkmayı bir şekilde öğrenememiş birey ve toplumların, o ülkenin çocuklarına, gençlerine, ürünlerine ve geleceğine sahip çıkması mümkün değildir.
Bu yüzdendir ki, bir toplumun gelişmiş düzeyi, öncelikle siyasal gelişmişliğine, siyasal gelişmişliği ise hukuk, hukukun üstünlüğü, adalet, özgürlük, çoğulculuk, katılımcılık, insan hakları, demokrasi, erklerin bağımsızlığı vb. konularda geliştirdikleri farkındalık düzeyine bağlıdır.
İNSAN GERÇEĞİ ÜZERİNE
Thomas More'un, kendi dönemine yönelik sistem eleştirisini “ideal toplum” üzerinden yapma girişimi olarak ortaya çıkan ve 1516 yılında yayınlanan “Ütopya” adlı eseri, yaşlı bir denizcinin son seyahati sırasında tesadüfen keşfettiği “Ütopya Adası” hakkında anlattıklarından oluşur.
Ütopya adası, 54 şehirden oluşmaktadır ve her bir şehirde aynı gelenek ve yasalar geçerlidir. Sokaklar ve evler bir örnektir. Her evin arkasında bir bahçe vardır. Herkes bahçesine çok iyi bakmak için birbiriyle yarışır. Mülkiyet kavramı olmadığı için her on yılda bir insanlar evlerini değiştirirler. Demire büyük önem verirler, fakat altın ve gümüşü önemsemezler ve tuvalet oturakları, zincir, pranga gibi önemsiz şeylerin yapımında kullanırlar.
Evli ile bekârı, kadın ile erkeği ayıran küçük farklılıklar dışında herkes aynı giysileri giyer. Bu giysileri de kendileri dikerler. Günün sadece altı saatini çalışmaya ayırırlar. Boş zamanlarında genellikle kitap okurlar. Kadınlar 18, erkekler de 21 yaşından önce evlenemezler. Çok çocuğu olanlar çocuklarının bir kısmını çocuğu olmayan ailelere verirler. Her ailenin en yaşlı üyesi aile reisliği yapar.
Ütopya halkı zorbalığa ve haksızlığa uğrayan dost ülkelerin yardımına hiçbir karşılık beklemeden koşarlar. Ütopyada çok az sayıda yasa vardır. Avukatlık mesleği de yoktur. Herkes savunmasını yargıca doğrudan kendi yapar. Herkes istediği dine inanmakta özgürdür. Dinsel baskı, zorbalık olarak kabul edilir ve cezası sürgün ya da köleliktir. Hiçbir dinsel ayinde hayvan kurban edilmez.
Politik bir eser olan Ütopya'da anlatılan ilginç uygulamalardan biri herkesin evi olmasına rağmen, bir evde en fazla 10 yıl oturulabiliyor olmasıdır. Aslında More, insanoğlunun bir özelliğine dikkat çekmek istemektedir. Bir eşyayı, evi ya da bir tarlayı 10 yılı aşkın süreyle kullandığında, kişide, kullanılan o şeye karşı bir mülkiyet duygusu gelişir. Onu temellük eder, mülkleştirir, mülkü gibi görmeye başlar.
Aynı şey kamu görevleri için de geçerlidir. Geniş yetkilerle uzun süre bir kurumun ya da bir ülkenin başında kalan kişilerde, o kurum ya da ülkeye karşı mülkiyet duygusu beslemeye başlarlar. Kendi mülkleri gibi gördükleri için de o makamdan gitmemek ya da başka birisinin gelmesini engellemek için sistemi zorlar ve orada kalmak için her türlü hileye başvururlar. Zira “İnsanoğluna iki vadi dolusu altın verilse bir üçüncüsünü ister. Bu yüzden insanoğlunun gözünü ancak toprak doyurur.” (Buhari).
İşte, bu gerçeğin farkında olan kimi ülkeler sınırlı-sorumlu yönetim yaklaşımını geliştirmiştir. Yani yönetim süre ile sınırlı olacak ve yöneticiler yaptıkları ile sorumlu tutulacaktır.
İKİ İBRETLİK ÖRNEK VE SINIRLI SÜRELİ YÖNETİMİN ÖNEMİ
Gazeteci-yazar C. Tunçdemir, “T24.com.tr” için kaleme aldığı bir yazıya “ABD'de bir hükümet neden en fazla 8 yıl görev yapabilmektedir?” şeklinde bir soruyla başlar ve yazının devamında bu soruya cevap arar.
Cevap basittir aslında: ABD'nin kurucuları böyle istemiştir. Çünkü ülkelerinin çirkin tiranlıklar eliyle maymuna dönüştürülmesini istememişlerdir.
ABD'nin İngiltere'den bağımsızlığını kazandığı savaşa da komuta etmiş ilk başkanı George Washington ülkedeki herkesin saygısına sahip bir liderdi. 8 yıl iktidarda kaldıktan sonra yeterinden fazla iktidarda kaldığını belirterek, ikinci dönemini tamamladığında yeniden aday olmayacağını açıkladı. 1797'de görevini tamamladı ve köyüne döndü.
George Washington, otoriter veya monarşik bir düzen isteseydi o günlerde onun karşısında durabilecek bir güç yoktu, yani istediğini alırdı. Ama o tercihini, anayasal düzenden yana yaptı. Ölünceye kadar başkanlıkta kalırsa, kendisinden sonra gelen her başkanın da aynı yolu izleyeceğini biliyordu. Bir defasında, kendisine karşı savaştığı İngiliz kralını kastederek “Üçüncü George ile Birinci George olmak için savaşmadım” demişti.
İkinci başkan John Adams zaten ikinci dönemi kazanamadığı için tek dönem başkanlık yapabildi. Bu nedenle de ABD'de başkanların tıpkı Washington gibi en fazla iki dönem başkanlık yapma geleneğini başlatan asıl isim üçüncü başkan Thomas Jefferson oldu. 1807 Aralık ayında, tıpkı birinci başkan gibi üçüncü dönem için aday olmayacağını açıkladı ve sözünde de durdu. Başkanlığı James Madison'a devrettiği gün, ‘zincirlerinden kurtulmuş bir köle gibiyim bugün' diye konuştu. Çünkü muhteşem kütüphanesi onu bekliyordu. 83 yaşına ulaşacağı 1826 yılına kadar sivil yurttaş olarak yaşamını sürdürdü.
ABD başkanları yaklaşık 150 yıl boyunca hiçbir anayasal veya yasal zorunluluk olmadığı halde ‘en fazla iki dönem' geleneğine uydular ve hiçbiri üçüncü dönem için başvurmadı. Yaklaşık 250 yıllık Amerikan tarihinin tek istisnası, F.D. Roosevelt'in İkinci Dünya Savaşı yıllarında 4 kez üst üste başkan seçilmesi oldu… Roosevelt'in ölünceye kadar başkan kalması alarm zillerinin çalmasına yetmişti.
Savaş geçer geçmez 1947 yılında, her iki partinin de ortak teklifi ile bir kişinin en fazla iki dönem başkanlık yapabileceğini öngören anayasanın 22'nci ek maddesi kabul edildi ve bütün eyaletlerin onaylaması ile 1951'de yürürlüğe girdi. Yani ABD'de iki dönemden fazla başkanlık yapmak artık anayasal olarak da mümkün değildi.
Amerika'nın sınır komşusu olan ve Amerika ile aynı dönemlerde bağımsızlığını kazanan Meksika'da ise işler farklı gelişti. Meksika'nın İspanya'dan bağımsızlığını sağlayan lider Agustín de Iturbide bağımsızlıktan sonra yapılan seçimlerde başkan seçilmişti. Fakat kısa bir süre sonra kendisini ‘Meksika İmparatoru' ilan etti. Meksika'da sonraki süreçlerde benzer şekilde gelişti ve bu geleneğe dönüştü.
Birbirine yakın zamanda bağımsızlıklarını kazanan bu iki ülkenin son iki yüzyıldaki gelişimine etki eden tercihlerdi bunlar. Her iki ülkenin bugünkü durumlarının ana belirleyicisinin sınırlı süreli yönetime yaklaşım tarzları olduğu çok açıktır… Bugün bu iki ülkeden biri dünyanın en güçlü ve zengin ülkesiyken, diğeri bir fırsatını bulup kendini Amerika'ya atmaya çalışanların ülkesi olmaya devam ediyor.
Görevini bırakmasına yakın komedyen Jerry Seinfeld'in programına konuk olan Obama, Seinfeld'in“Dünya liderlerinin ne kadarı kaçık?'' sorusuna acıyla gülerek, “ Oldukça önemli bir kısmı ” yanıtı verecek ve ekleyecekti; “Ne kadar uzun süre o koltukta kalırlarsa, çılgınlıkları da aynı oranda artıyor''.
Komedyen Jay Leno da aynı günlerde, “Yeni bir bilimsel araştırma, insanların yalan söylemesinin zamanla daha da kolaylaştığını ortaya çıkardı. İnsan bir kere yalan söyleyince sonraki yalanları daha kolay söylüyormuş. İşte bunun için ABD başkanlığında 8 yıl sınırı var” şakasıyla, bu gerçeğin farklı bir boyutuna dikkat çekiyordu. Kaldı ki çok istisnai bazı durumlar dışında, kim olursa olsun, bir kuruma ya da bir ülkeye vermek isteyip de 8 yılda veremeyeceği hiçbir şey olamaz.”