Hakan Ertürk

Dost Mektupları

Hakan Ertürk

KIRILDIĞIM İÇİN ÖZÜR DİLERİM

        Evden çıkıp asansöre bindiğinde kendi kendine söyleniyordu: “Sana da kırgınım Rabb’im, sana da kırgınım… Yüreğimdekini bildiğin için yüreğimdekini dile getirmekten çekinmiyorum. Senelerdir beni bu hayattan, daha doğrusu bu bataktan kurtarman için dua edip duruyorum. Seneler boyu öyle içten, öyle samimi ve öyle şirkten uzak dualar ettim ki şayet bana duaları kabul etme yetkisi verseydin kendi duamı da benim gibi dua edenlerin duasını da kabul etmekten bir an olsun geri durmazdım. Gittiğim her şehirde, uğradığım ve bilhassa namaza durduğum her mekânda dua ettim, istedim. Gece, hâcet namazlarına durup istedim. Gündüz, şehrin sokaklarında yürürken yüreğimin ellerini sana açıp istedim. Oturduğum yerde istedim, yatağa uzandığımda istedim. Uyanır uyanmaz yine istedim. Her namazımın sonunda el açıp senden dua dua istedim. O kadar çok istedim ki istemekten yoruldum. Sen ise geçen bunca seneye rağmen, yaşadığım onca acıya şahit olmana rağmen ve isteğimi yerine getirebilecek tek merci olmana rağmen bana vermedin. Ben istedim, sen izledin. Oysaki istediğim şey senin yanındaydı. Bu sebepten sana da kırgınım Rabb’im.”

        Öyle bir dalmıştı ki kendine geldiğinde ne asansör vardı ne de oturduğu ev… Bir düğüne gidiyordu. Mahzun yüreğini Rabb’ine açmış, Rabb’iyle hasbihal ediyordu. Daha doğrusu Rabb’ine sitem ediyordu. İnsan, kendisini var edene sitem eder mi? Hiçbir şey değilken kendisini “insan” olarak yaratana hiç kırılır mı? İnsan bu… Nankörlüğüyle ve unutkanlığıyla maruftur. Yine yapmıştı yapacağını “insan”.

Düğün salonundan içeri girerken kapıda bekleyen düğün sahiplerinin elini sıktı, hayırlı olsun dileklerinde bulundu. Hemen ön masalardan birinde boş bulduğu yere selam verip oturdu. Masada kendisinden başka dört kişi daha vardı ve ikisini tanıyordu. Pek bir zaman geçmemişti ki sağ tarafındaki masadan biri telaşlı bir vaziyette masadan kalkıp düğün sahiplerine yönelerek yardım istedi. Sağındaki masada oturan bir genç, evvela oturduğu yerde baygınlık geçirdi, ardından da yere yığılacaktı ki yanındakiler tutup yavaşça yere uzattılar. Genç, yirmili yaşların başlarında görünüyordu.

Oturduğu yerden gencin istemsizce kıvranışlarını; ellerinin, ayaklarının ve yüzünün girdiği hâli izliyordu. Masadakilerden biri genci tanıyordu. Bir rahatsızlığı olduğunu ve zaman zaman böyle nöbetler geçirdiğini anlatıyordu. O ise anlatılanları dinlerken gözlerini gençten alamıyordu.

O ana kadar dünyanın sayılı mahzun hayatlarından birine sahip olduğunu düşünürken izlediği bu sahneyle birlikte adeta kendine gelmişti. Birinin yerde kıvranışlarını ve kriz sonrasında etrafındakilerin meraklı ve acınası bakışları altında tekrar sandalyeye utancından adeta gömülüşünü izleyince Allah’tan özür dilemeye başladı. Evet, herkesin derdi, kendine dertti. Gel gör ki kimi dertlerin yanında kimi dertler cana minnetti.

Genci düşündü. Belki evlenmek için girişimlerde bulunuyor ama hastalığından dolayı kimse  evlenmek istemiyordu. Belki hastalığından dolayı çalışamıyor ve bu sebepten hep başkalarının eline bakmak zorunda kalıyordu. Bu genç, ummadık yerlerde kriz geçirip kendine geldiğinde toz, kir içinde kalmış elbiseleriyle insanların bakışları altında kim bilir daha kaç kere ezilecekti? 

Bütün bunları düşünüp Allah’tan af diledi. “Senelerdir o vermediğin bir şeye takılıp kalmışım da verdiğin çok şeyi yabana atmışım.” dedi.

Düğün salonundan çıkıp eve doğru giderken yine Rabb’iyle muhabbetteydi. Bu kez isyan yoktu sözlerinde:

“Kerim, Latif, Vehhab Rabb’im! Senelerdir isteyip de eremediğimi yine istemeye devam edeceğim. Asla vazgeçmeyeceğim ama isyan da etmeyeceğim. Sen ki ikramından dolayı kendine “el-Kerim”, lütfundan dolayı “el-Latif”, karşılıksız bol bol hibe edişinden dolayı “el-Vehhab” ismini vermişsin. İsyansız isteyeceğim, sitemsiz bekleyeceğim. Verirsen cömertliğindendir. Vermezsen bildiğin başka bir şeydendir. Benden razı ol, bu bana yeterli gelir.”

Yazarın Diğer Yazıları