Hakan Ertürk

Dost mektupları 4 -lisân katliamı 1-

Hakan Ertürk

Kıymetli Dost,

Geçenlerde, pek kıymet verdiğim, ismiyle müsemma şerefli bir dostumla(ismi Şerif) hasbihal ederken mevzu, lisânda yozlaşmaya geldi. Lisânımızın başına gelenlerin, pişmiş tavuğun başına gelmediği şu dönemde bu kardeşimin, dilin başına gelenlerden muzdarip olduğunu görmek ve bilmek beni ziyadesiyle mesrur etti ve sana bu mevzuyla ilgili bir şeyler yazma arzusu içimde hâsıl oldu.

Konfüçyüs’e: “Bir memleketi yönetmeye kalksaydınız yapacağınız ilk şey ne olurdu?” diye sormuşlar. Konfüçyüs şöyle cevaplamış: “Hiç kuşkusuz, dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil, kusurlu olursa kelimeler düşünceyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Vazifeler, gereği gibi yapılmazsa adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkınca da işin nereye varacağını bilemezsin.”

Dilde yozlaşma birtakım siyasî sebeplerle ortaya çıkmış ve menfi tesiri cemiyetin tüm kesimine sirayet etmiş olabilir lakin bugün için fert olarak, cemiyet olarak ve devlet olarak hiç mi üzerimize düşen bir vazife yok? Ferdî muhabbetlerimizde, ferdî mesajlaşmalarımızda ve yazışmalarımızda kullanmak üzere özümüze ait kadîm kelimeler öğrenemez miyiz? Müelliflerimiz, telif ettikleri eserlerini medeniyetimizin öz evlatları olan kelimelerle süsleyemezler mi? Yayınevlerimizin bu hususta ortak hassasiyetleri olamaz mı? Yazılı ve görsel medya, bilhassa sürmanşetlerinde kadîm kelimelerimizi kullanmayı alışkanlık hâline getiremez mi? Yöneticilerin devlet gücünü kullanarak bazı ciddi adımları atmalarının önünde ne gibi manialar olabilir ki? Bütün bu teşebbüsler karınca misali ilk aşamada semeresini vermiyor gibi gözükse de küçümsenecek girişimler değildir. Gencin biri, edibin birine “Neden ısrarla ‘hakîkat’ kelimesini kullanmamızı istiyorsunuz? ‘hakîkat’ yerine ‘gerçek’ kelimesini kullansak ne kaybederiz?” diye sorunca bizim edip, kısa ama öz, şöyle mukabelede bulunmuş: “Hakîkati kaybederiz evlat, hakîkati…”

Velhasıl sevgili dost, ilgisiziz. Ehemmiyet göstermiyoruz. Oysa bilmeliyiz ki bir medeniyet, dini ve diliyle neşvünema bulur. Dinine ve diline bağlılıkta zaaf gösterenler güçten düşer, değersizleşirler. Lisânını ayaklar altına serenin haysiyeti ayaklar altında çiğnenir. Sonunda da üstadın deyişiyle“Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” olur.

Şurası pek mühimdir ki insan, kelimelerle düşünür, kelimelerle tefekkür eder. Yani dimağındaki kelimeler kadardır fikrî istidadın. Zengin bir fikir dünyasına sahip olmak istiyorsan, evvela zengin bir kelime hazinesine sahip olmalısın. Toplumun halipürmelali ortada. 100.000’in üzerinde kelime hazinesi bulunan bir medeniyetin çocuklarından teşekkül olunan bir toplumda üniversite mezunlarının bile en fazla 200 kelimeyle konuştuklarını ve toplumun kahir ekseriyetinin bu sayıya bile ulaşamadığını biliyor muydun? Vaktiyle bir yerde okuduğum ve şimdi seninle de paylaşacağım şu bir tek misal dahi, nasıl bir hazineyi kaybettiğimizi veciz bir biçimde ifade etmeye yetecektir:

“Günümüzdeki “ışık” kelimesi, Osmanlı Türkçesinde pek çok kelime ile ifade edilmiştir. Meselâ “nur” kelimesi, yansıyan ışık demektir. “Ziya” kelimesi, tabii bir kaynaktan üretilen ışık demektir. “Lema” kelimesi, parlayıp sönen ışık demektir. “Şua” kelimesi de sunî bir kaynaktan üretilen ışık demektir. Meselâ “güneşin nuru” denmez, “güneşin ziyası” vardır.  “Ayın ziyası” değil, “ayın nuru” vardır. “Lambanın nuru” olmaz, “lambanın şuası” olur.  Gel gör ki her birinde farklı bir mânâ inceliği olan bütün bu kelimeleri sadece “ışık” kelimesiyle ifade etmenin, tefekkür dünyasında nasıl bir kısırlık meydana getireceği âşikârdır.”

Sevgili Dost,

Bu mektubumda, kasıtlı olarak, bir farkındalık oluşturabilme adına günlük hayatımızda pek kullanmadığımız muhtelif kelimelere ağırlıklı olarak yer vermeye çalıştım. Bu mevzu ile ilgili birkaç kelam daha etme arzusundayım. Bu sebepten, bir sonraki muhabbetimize değin şimdilik bir virgül atıyor, seni Allah’a emanet ediyorum. O, emaneti en iyi muhafaza edendir.

Vesselam…

 


 

Yazarın Diğer Yazıları