Enes Tarım

Osmanlıda Hadler

Enes Tarım

“Aynı evrende yaşamamalı cellatlar ve çocuklar! 
Ya ölmeli cellatlar ya da hiç doğmamalı çocuklar…” 
Che Guevara

Recm cezasının İslam hukukunda olup olmadığı günümüz koşullarında tartışılıp dururken; geçmişe, Osmanlıya baktığımızda koca imparatorluk tarihinde bu konuda Naima Tarihi’nde kayıtlı 1680 tarihinde vuku bulmuş bir cezalandırma örneği var sadece elimizde. Bu metinde de, Kazasker Beyazizade Ahmet Efendinin İstanbul Kadısı olduğu dönemde Aksaray’da Kavaflık yapan “Abdullah Çelebi”nin karısının bir Yahudi ile zina etmesi üzerine kadının Sultanahmet’te recm edilerek öldürüldüğü, Yahudinin ise boynunun vurulduğu yazar…

***

Dünya genelinde bu cezalar insanlık tarihi boyu asarak, yakarak, giyotinle ya da kılıçla uzuvlar kesilerek, kızgın demir ile vücut dağlanarak, çarmıha gererek ve benzeri bir yığın usulle uygulanageldi.

“Fatih Sultan Mehmet Kanunnamesi”, “Kanuni Sultan Süleyman Kanunnamesi”, “Bosna Kanunnamesi” gibi yazılı kanunnamelerden de bizler Osmanlıda uygulanmakta olan cezalandırma şekillerini öğrenmekteyiz.
Bunlar: “Asma, sopa vurma, çomaklama, sakal kesme, suçlunun alnını dağlama, el kesme, kollara bıçak sokup gezdirme, uzuv kesme, teşhir etme gibi cezalardı. Yanı sıra suçu yüze vurma, öğüt verme, azarlama, kulak çekme, mali cezalar, mirastan yoksun bırakma gibi nispeten daha hafif cezalar da vardı. 

Hadlerde değnek ile belirli sayılarda ve şiddette vurmak en çok rastlanan cezalandırma şekillerinden idi. Değnek cezası yüz, karın, tenasül uzvu hariç tüm vücuda; erkek suçlular ayakta, kadın suçlular ise oturtularak, işlenen suçun içeriğine göre değnekle belirli sayılarda vurulmak sureti ile gerçekleşirdi. En ilginç cezalardan biri de, suçlunun bir eşeğin üzerine ters oturtularak kafasına bir hayvan işkembesi sarılması ve eşeğin kuyruğunun yular gibi tutturulup sokaklarda dolaştırılması idi.

***

İdam cezalarını ifa edenler, genellikle halk tarafından sevilmez, hatta nefretle karşılanır. Osmanlıda cellatlık geleneği meşhurdu ve ağır ceza gerektiren suçlarda genellikle cellâtlar devreye girer, palalarla suçlunun başını gövdesinden ayırmak sureti ile infazı gerçekleştirirlerdi. 

Cellâtlık o dönemin en hor ve hakir mesleği idi ve cellatlar genel olarak Çingene, Kıpti ya da Hırvatlar arasından seçilirdi.

İlginçtir aynı zamanda ölenlerin çığlıklarını işitmemeleri ve daha katı yürekli davranmaları için onlar sağırlar arasından seçilirdi ve cellât olarak seçilen kişilerin dilsiz olmaları işe alınmada öncelik sağlayan özelliklerdendi. 

İnfaz sırasında, infaz ettikleri kişinin ve akrabalarının tanıması ihtimaline karşı, tüm yüzlerini kapatıp sadece gözlerini dışarıda bırakan bir maske takarlardı. Bu onları daha da korkunç bir hale getirirdi.

Cellâtların başında yer alana “Cellât Başı” denirdi ve cellât adayları, önce usta bir cellâdın yanında “yamak” olarak çalışır, zamanla kalfa ve ustalığa yükselirdi.

Osmanlıda cellatların en ünlüsü Sultan İbrahim’in celladı olarak ün yapan “Cellat Kara Ali” idi. Tarihinin en mahir, en acımasız ve soğukkanlı celladı olarak bilinen Kara Ali, Sultan İbrahim’in tahttan indirilmesi ile sonuçlanan olaylar sırasında, önce Sadrazam Ahmed Paşa’yı, ardından Sultan İbrahim’i boğması ile ünlüydü. Sultan İbrahim'i boğmak için hücreye girip eski padişahı ile göz göze geldiğinde dayanamayarak dışarı kaçtığı; ancak Sadrazam Sofu Mehmet Paşa’nın tehditlerinden korkup ağlaya ağlaya Sultan İbrahim’i infaz ettiği söylenir…

***

Bir devlet adamı idama mahkûm olunca, ferman kendisine “Bostancıbaşı” tarafından eteği öpülerek hürmetle gösterilir, teselli edici sözler söylenir ve abdest alıp iki rekât namaz kılmasına müsaade edilirdi.

Viyana bozgunundan sonra Belgrad’da infaz edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa: “Namazdan sonra vücudum toprağa düşsün!” diyerek odanın kilimlerini toplatmış; celladın kemendi boynuna geçirmesine yardım etmiş ve “Sanatını maharetle yap” diyerek son nefesini vermişti. 

Taşrada, cellat gönderilip idam edilen siyasi mahkûmların, hükmün infazından sonra başı kesilir, yolda bozulmaması için bal doldurulmuş bir kıl torba içerisinde cellat tarafından İstanbul’a getirilir ve Payitaht’ ta yıkandıktan sonra teşhir ve defnedilirdi. 

İdama mahkûm edilenler için bekleme süresi azami üç gündü. İdam kararı üç gün içinde Divan-ı Hümayun’da görüşülür, deliller gözden geçirilir, duruma göre mahkûm bağışlanır ya da infaz emri verilirdi. Bu süre içinde mahkûmların yapabildiği tek şey dua etmekti. Üçüncü günü çok tedirgin geçirirlerdi. 

Vakit akşama devrilirken, tedirginlikleri artar, her ayak sesine yürekleri titrer, ölüp ölüp dirilirlerdi. Eğer mahkûmun idam kararı Divan’da tasdik edilmişse, üçüncü günün sonunda zindanın demir kapısı açılır, görevi mahkûma şerbet sunmak olan bir Bostancı kapıda belirirdi. Bostancının kapıda belirmesiyle mahkûmun gözü, Bostancının tepsi üstünde taşıdığı bardağa dikilirdi. Her şeyi o bardağın içindeki şerbetin rengi belirlerdi. Eğer şerbetin rengi beyaz ise, mahkûm affedildiğini anlar, derin bir nefes alır, kuyuda soğutulmuş şerbeti afiyetle yudumlar, ardından bostancının eşliğinde sahile iner, sürgün yerine giderdi. Genellikle idamdan affedilenler sürgüne gönderilirdi. Yok, eğer bardakta kıpkırmızı kızılcık şerbeti varsa, işte bu “ölüm şerbeti” demekti… 

O an Bostancı susar, mahkûm susar, sadece bardağın rengi konuşurdu. 

Ölüm Şerbetini içen mahkûm, infaz için götürülürdü. 

Eğer idam edilen kişi bir siyasetçi ya da devlet görevlisi ise, cellâtlar başını kestikten sonra cesedi sırtüstü yatırır, kesik başını sağ koltuğunun altına koyarlardı. Bu yüzden devletin üst düzey görevlileri arasında “Kelle koltukta yaşıyoruz” sözü çokça söylenirdi.

Cellat naif ve yufka yürekli biri ise, infazdan önce mahkûma gusül abdesti aldırır, onu teselli eder, dünyanın faniliği konusunda sözler söyler, Kelime-i Şahadet getirttikten sonra, mahkûmun başını “Cellât Taşı” na dikkatle yerleştirip palayı indirirdi. Eğer infaz edilen meşhur biri ise kesik başı “İbret Taşı” denilen taş sütunların üzerine konur, “İbret-i âlem” için üç gün bekletildikten sonra, denize atılırdı.

***

Aslında dünyevi tüm sisteme has güçlü ve itibarlı suçluların yani soyluların normal tebaya göre cezalandırılmalarındaki farklılık Osmanlıda da var idi ve soylular Kement denilen yağlı ip ya da yay kirişleri ile kanları akıtılmadan infaz edilirdi. Bu ilke, çoğunlukla Osmanlı Şehzadelerine ve Hanedandan olanlara yapılan bir uygulama idi. Zira Hanedan mukaddes sayıldığından kanı akıtılmazdı ve boğularak kansız bir ölüm sadece onlara yakışan bir ölümdü.
Sarayda yapılan infazlar genellikle gece uykuda iken gerçekleştirilirdi. Evliya Çelebi farklı bir infaz şekli olarak II. Osman’ın yumurtalıklarının sıkılarak öldürülmesini Seyahatnamesinde zikrediyor…

***

Cellâtlar sözün tam manasıyla “isimsiz” insanlardı. “Emir kulu” olmalarına rağmen, herkes onlardan nefret ederdi. Ne dostları, ne arkadaşları vardı. 

Meslekleri yüzünden evlenemedikleri için de tümüyle yapayalnız yaşarlardı. 

Sağlıklarında sadece “cellât” olarak anılır, öldüklerinde ise mezar taşlarına isimleri dahi yazılmazdı. Onlar, toplum tarafından reddedilmiş, normal hayattan sonra umumi mezarlıklara da kabul edilmeyip dışlanmış ve yalnızca kendilerine tahsis edilen ayrı mezarlıklara defnedilmişlerdir. 

Ve Cellât mezarlarında, ne mesleklerine, ne mensubiyetlerine, ne de makam ve mevkilerine ilişkin en küçük bir işaret ve yazı olmayıp, doğum-ölüm tarihleri dahi belirsizdir. 

Onların mezar taşları son derece kaba ve dayanıksız taşlardan seçilmiştir ve sanki bir an önce eriyip gitmesi, hiç yaşamamış gibi olması istenmiştir…

“Sultan Abdulmecit” döneminde bu geleneğe son verildi ve meşhur “Cellatlar Ocağı” tarihten tamamen silindi.

Onlardan geriye isimsiz ve şekilsiz taşlardan oluşan bir mezarlık, Topkapı da yer alan “Cellat Odaları” ve Silah Hazinesinde sergilenen birkaç cellat palası kaldı şimdilerde...

***

Tüm bunları neden mi anlattık?

Geçmiş dönemleri anmak, konuşmak insanda değişik bir hüzün/ mutluluk karışımı duygu algılaması oluşturuyor. Kendi geçmiş yaşanmışlıklarımız, çocukluğumuz, hayatımızın geçmiş evreleri nedense o kadar fazla nostalji ve özlem barındırıyor ki, o demleri konuşmak, düşünmek ayrı bir tat, lezzet ve mutluluk duygusu veriyor. Ve yaşanan her şeyin sıradanlaştığı günümüzden geçmişe kayıp gittiğimizde; geçmiş toplumlarımızda ölüm cezasının dahi bir seremoniye dönüştüğünü görüyoruz. 

Modern toplumlarda yaşamak, insanı çoğu zaman bunaltıyor; geçmişin sessiz, derin ve gizemli yollarında yürümeye davet ediyor. Davete icabet etsek de, bu gezinti maalesef, tarihin tozlu sayfalarında, kitapların güzelim kâğıt kokularını sadece içimize çekmekte kalıyor. Hayat da zaten bu günlerde, cellâtların mezar taşlarının dayanıksızlığı gibi kırılgan, naif ve kısacık!

Biteviye parmaklarımızın arasından kayıp gidiyor...

Selam ve dua ile…
 

Yazarın Diğer Yazıları