Altan Murat Ünal

Güç ve sömürgecilik

Altan Murat Ünal

Müslümanlar kendi bilinç ve birlikteliklerini yitirdikleri zaman her bakımdan gerileme başlamıştır. Batı coğrafi keşifler, sanayi devrimi, Rönesans ve Reform hareketleriyle kendini kültürel, siyasal, bilimsel ve ekonomik anlamda geliştirdikten sonra sömürü hareketlerine yönelmiştir. “Batının sömürü hareketleri karşısında gerekli donanıma sahip olmayan Müslüman halklar, küçük mücadeleler dışında, sömürgecilere teslim olmuşlardır.” dense yanlış olmaz. 

Bu sömürüyü bazı yeraltı ve yerüstü kaynaklarının sömürülmesi olarak adlandırmak doğru değil. Müslüman halklar her şeyden önce siyasal ve kültürel yönden sömürülmüşlerdir. Bilinçsel ve toplumsal değerler anlamında da. Öyle ki, küresel güçler tarafından kuşatılmışlardır tam anlamıyla. Bu kuşatma onları çok da yormamıştır. Ulus devletler kurarak ülkeleri küçücük parçalara ayıran Batı, sömürge güçlerini daha sonra birer birer geri çekmiştir. Çünkü artık kendilerine gerek kalmamış, aynı görevleri seve seve yerine getirmeye çalışan yerli sömürgeci güçler işe el atmaya başlamışlardır. Bunda yalnızca sömürme niyetinde olan emperyalistler değil onlara kucak açan ya da onların zulümlerine sessiz kalanlar da en az onlar kadar suçlu değil mi? Malik Bin Nebi; “Sömürenlerden çok kendilerini sömürge durumuna getirenler suçludur.” derken bir gerçeğin altını çizmektedir aslında. 

İslâm son dindir ve Kur’an’ın hükümleri kıyamete kadar geçerlidir. Bu nedenle tüm insanların Allah katında tek geçerli din olan İslâm’a davet edilmesi gerekecektir elbette. Ancak bu davet Kur’an’ın belirlediği yöntemlerle yapılabilir. Aksi halde bir meşruiyet sorunu ortaya çıkar. Hıristiyan yayılmacılığı ile İslami tebliğ anlayışının en açık farklarından biri, belki de en önemlisi budur. İslam iyi niyete dayanmayan hiçbir usulü kabul etmez. İslam, tebliğ yapılırken dünyevi menfaatlerin gözetilmesini istemez. Zira tebliğ bir sömürü aracı olarak kullanılamaz. Tebliğ, dünya siyasetinin bir aracı olarak da görülemez. 

Dünya dinleri arasında Hıristiyanların sayıca fazla oldukları dikkati çekmektedir. Yapılan araştırmalara göre, yirminci yüzyılın başlarında yaklaşık beş yüz altmış beş milyon olan dünya Hıristiyan nüfusu, yüz yıl sonra, yani yirmi birinci yüzyılın başlarında iki milyarı aşmıştır. Özellikle Asya ve Afrika kıtalarında Hıristiyanlar sayıca sıçrama göstermiştir. Bu kıtalarda yirminci yüzyılın başlarında yaklaşık otuz milyon Hıristiyan bulunuyorken, bu rakam yirmi birinci yüzyılın başlarında yedi yüz milyona ulaşmıştır. Bütün bunlar Hıristiyanlığın yayılmacı politikalarının sonucudur. Birçok bölgede insanları önce aç bırakmak, ardından İncil ile ekmeği birlikte vermek… Yardım adı altında İncil’in arasına dolar ya da euro koymak… Yoksul ülkelerin çocuklarını çeşitli vaatlerle yuvalarından kopararak onlara Hıristiyanlığı aşılamak… Bunlar akla ilk gelen yöntemleri. Ekonomik ve siyasal bakımdan güçlü birçok ülkenin büyük yardımlarıyla… 

Hıristiyanlığın yayılmacı anlayışının bir yandan küresel sermaye tarafından desteklenmesi bir yandan da siyasal yönden adeta koruma altına alınması yayılmacılığı daha da körüklemiştir. Yayılmacılık gücü, güç de yayılmacılığı hızlandırmıştır. İmkânları arttıkça nüfuzları altına almak istiyorlar tüm toplumları. 

“Yayılmacı yöntemlere başvurulması kime, ne kazandırır?” sorusu akla gelebilir. 

Allah’ın hoşnutluğu ancak İslam’ın benimsediği tebliğle kazanılabilir. İnsanlar baskıyla, aldatmayla, maddi imkânlar sunularak dinlere, cemaatlere katılabilirler. Ancak onların kalplerinin fethedildiği söylenebilir mi? Çıkar ilişkileri ile birbirine bağlı olanlar bir rüzgârın esmesiyle kâğıttan gemilerin sularda eridiği gibi erimeye mahkûmdurlar. Sayıca kalabalık olmak nitelik bakımından da iyi durumda olunduğunu göstermez. Onların amaçları insanların huzur ve mutluluğu değil, ulaşabildikleri coğrafyaların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürmek, bunun için de o coğrafyalardaki toplumları siyasal ve kültürel kıskaca almaktır.

İslam beldelerinde Hıristiyanların yayılmacı tutumlarına heveslenen sözde cemaatler her zaman ortaya çıkabilir. Başlangıçta samimi duygularla, tebliğ niyetiyle işe koyulmakla birlikte İslam’a uygun yapı oluşturamadıkları takdirde imkânların genişlemesiyle, insanların rağbet etmesiyle büyük bir güce ulaşabilirler. İşte, güç tam da burada gösterir tehlikesini. Şöyle ki, cemaatin yapısı sağlam ise eldeki güç İslam’ın daha iyi yaşanmasına, başkalarına tebliğine katkıda bulunacaktır kuşkusuz. Cemaat İslami yapılanmadan, özellikle de meşveretten yoksun ise ve her şey öndeki tek insanla varlık kazanıyorsa, güç güç olmaktan çıkar, kendisini de başkalarını da parçalayan bir canavara dönüşür.

Yazarın Diğer Yazıları